İkinci sezonun başlamasına kısa süre kala, hem The Americans'ın geride bıraktığımız sezonunu değerlendirdik hem de ABD’lilerin ‘düşman’ algısını değiştiren dizinin psikolojik altyapısını inceledik
Yıl 2010, aylardan aralık... O zamanlar bir gazetenin dış haberler servisinde çalışıyorum. Bir sabah kahvemi içip, önceki akşamdan beri dünyada neler yaşandığını araştırırken, pat diye günün manşeti çıkıyor karşıma: FBI, ABD’de yaşayan 11 Rus ajanın kimliğini tespit etmiş. Üstelik bu ajanlardan biri de tam medyanın ilgisini çekecek türden. Kızıl saçlı, yeşil gözlü, çekici bir genç kadın. Adı Anna Chapman. ABD’li yapımcı/ yazar Joe Weisberg ise saat farkı nedeniyle olaydan benden önce haberdar oluyor. Epey heyecanlanıyor tabii; çünkü haberi okurken, uzun zamandır yazmak istediği dizinin senaryosu zihninde satır satır belirmeye başlıyor. Vakit kaybetmeden bilgisayarın başına geçiyor ve bu yıl FX’te ilk sezonunu izlediğimiz The Americans’ın senaryosunu yazmaya başlıyor.
Weisberg, istihbarat dünyasına yabancı değil. John le Carré’nin Soğuktan Gelen Casusromanını 11 yaşındayken okumuş, Yale Üniversitesi’nde Soğuk Savaş üzerine çalışmalar yapmış, 1990-1994 yılları arasında FBI’da çalışmış ve bugüne dek iki casusluk romanı yazmış. The Americans’ın en büyük ‘silahı’ olan gerçekçiliğin sırrı, bu özgeçmişte gizli olsa gerek. Tabii senaryo, Anna Chapman ve ‘yoldaş’larının hikayesiyle bire bir aynı değil. Mesela olaylar günümüzde değil, ilk sezon itibariyle 1981 senesinde geçiyor. Kahramanlarımızsa başkent Washington’da bir seyahat acentesi işleten evli, iki çocuklu bir çift: Elizabeth ve Phillip Jennings.