Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
RÖPORTAJ
Ruhumun Aynası: Gökkuşağı gibi bir hikaye

Ruhumun Aynası’nı televizyonda izlediğim zaman “Gökkuşağı gibi bir hikâye,” demiştim.  Şimdi gözlerinizi kapayın ve hayal edin, gökkuşağının hiç bilmediğiniz bin bir tonu ile tanışmak istemez misiniz? Ruhumun Aynası da öyle bir roman, öyle bir hikâye… Sahici, doğal ama her şeyden önce umut verici… “Hayat, hayatta olmazlardan ibaret,” diyerek öyle bir yakalıyor ki sizi ve bunu o kadar gerçek bir hikâyeyle adım adım öyle güzel anlatıyor ki, artık siz Elçin ve Gülpare oluyorsunuz.

Bu güzel romanın yaratıcısı Zehra Çelenk’le konuştuk. Ruhumun Aynası’ndaki hayat ve hayatta olmazlar üzerine…

Ruhumun Aynası, bir televizyon dizisi olarak yola çıkıp romanlaştırılan ilk hikâye. Bunun “reytingi yeterli olmadığı için” yarım kalan iyi hikâyelere iyi bir referans olacağına eminim… Siz kapak tasarımı da çok güzel ve renkli olan kitabı elinize aldığınız ilk an ne hissettiniz? Çok özel bir duygu olmalı…

Önce kitabı bitirdiğimde, en son okumamı yapıp son noktayı koyduktan sonraki birkaç saatte ne hissettiğimi anlatayım. Şu ana dek şiirden öyküye,  reklamdan dizi film senaryolarına hemen hemen her türde  yazdım. Bunların her birinin yarattığı farklı türde tatminler var ama bir romanı bitirmenin verdiği his bambaşka. Dünyaya bir çift sözünüz varmış da nihayet baklayı ağzınızdan çıkarmışsınız gibi oluyor. Çok kendi kendinize yaşadığınız, özel bir an… Süreklilik arzetmiyor tabii, kısa süre sonra yeni hikâyelere, yeni cümlelere gebe kalıyorsunuz ama o ilk tamamlanmışlık hissini herhalde hiç unutamam.

Romanı elime ilk aldığımda da çok tatlı bir çarpıntı yaşadım. Eve getiren kargocuyu yanağından öpmemek için zor tuttum kendimi. Coşkusal biriyim, o anın sevincini de sonuna kadar yaşadım.

Ruhumun Aynası’nı romanlaştırmaya başladığınızda nasıl bir hazırlık dönemi izlediniz?

Bizde daha önce yapılmamış bir şey, ekran yüzü görmüş bir hikâyeyi romanlaştırmak söz konusuydu. Küçük yaşlardan beri edebiyatla iç içeyim, roman bana zaten yakındı yani. Senaryo yazarlığıysa hem büyük resmi, yapıyı hem de onun içindeki bölümleri görme alışkanlığını çok pekiştiriyor; sıkı bir kurgu ve ekonomi bilgisi sağlıyor. Senaristlik ve yazarlığın birbirini çok beslediğini düşünüyorum bu açıdan. Yazmaya başlamadan önce hemen her şeyi kurmuş, ayrıntılı bir taslak hazırlamıştım. Yine de karakterlerin beni götürdüğü bir yer oldu, bir noktadan sonra hikâye de kendi kararlarını verdi.

Roman iki tür anlatımla ilerliyor. Genel bakış açısı ve Gülpare’nin anlatımıyla… Neden Elçin değil de Gülpare? Elçin’e dair bazı şeylerin bir parça gizemli kalması için mi?

Ruhumun Aynasıaklıma ilk düştüğünde çıkış noktam, “hayat tecrübesi ve bilgi/donanım” ikiliğinden yola çıkarak kahramanları kadın olan bir hikâye anlatmaktı. Edebiyatın temel ikiliklerinden biridir bu. Karakterler çok farklılaşsa da, Don Kişot ve Sancho Panza’dan Sherlock Holmes ve Doktor Watson’a…  Bilge ve üstün ama gündelik yaşamın grilikleri karşısında yer yer bir çocuk kadar saf olabilen karakterle okumakla, eğitimle edinilecek türden bir birikime sahip olmasa da realist, uyanık, dünyevi uşağın, seyisin, yardımcının hikâyesi. Bu ikiliğe çok rastlıyoruz ama kadın kahramanlarda pek rastlamıyoruz, niyetim bunu yapmaktı. Tabii Gülpare kadın olduğu için daha da renklioldu ve günümüz koşullarında çok gerçek iki karakter çıktı ortaya, çok farklı çevrelerden gelseler de hayat karşısında benzer sorunları yaşayan, 35’lerinde iki kadın.

Bu ikilide “sokağı” temsil eden kişi Gülpare, dolayısıyla anlatıcının  o olması kaçınılmazdı. Bir de Elçin’in yolculuğu var hikâyede. Çok büyük bir dönüşüm, bir aydınlanma yaşıyor. Belli bir çevrede yetişmiş, gerçek hayatla temas etmesine çok gerek olmamış, mesleği, psikiyatristlik de bunu kolaylaştırmış. Ayrıca sorun çıkmasın diye üzülmeyi göze alan, kolay yüzleşemeyen insanlardan. Ama işte 35’ine gelince hayat onu her anlamda kabuğundan çıkmaya zorluyor. Yardımcısı Gülpare küçük yaştan beri hayatın daha farkında olan biri, pazarda patatesin kaç lira olduğunu da biliyor, Elçin’in hayatının göründüğü kadar kusursuz olmadığını da. Gerçeği sağını solunu bükerek değil, büyük ölçüde olduğu gibi algılayan, dobra bir kadın. Bir de çok komik bir kadın, onun ağzından yazmak çok zevkli!Elçin hayata ve hayatına “şöyle olmalı,” şeklinde yaklaşıyor dönüşümünden önce, Gülpare baştan beri hayatın “hayatta olmaz!” dediklerimizden ibaret olduğunu biliyor. Hayat ikisini de şaşırtıyor yine de, bu hikâyenin sevdiğim yanlarından biri bu.

İkili anlatıcı çok sık karşılaştığımız bir şey değildir ve okuyucunun hikâyeye konsantrasyonunu etkileyebilir. Lakin Ruhumun Aynası’nda böyle bir ikileme girmiyorsunuz ve akıp gidiyor. Bu dengeyi nasıl kurdunuz?

Birinci ve üçüncü tekil şahıs anlatımının, ikili anlatıcının bu biçimde yan yana kullanımı bizde pek rastlanan bir şey değil, evet, o açıdan da cazip geldi bana. Anlatıcı, bakış açısı değiştiğinde okur kolaylıkla yabancılaşabilir okuduğuna. Bunu engellemek,  dengeyi kurmak aslında anlatıcı değişsin değişmesin hikâyenin ana izleğini saptırmamaktan geçiyor. Bir de üstüne çokkarakterli bir roman bu. Elçin ve Gülpare’nin hikâyelerinin yanı sıra Çetin ve Ebru’nun, Kemal’in, Nezaket’in, Altan ve Arzu’nun da hikâyelerini görüyoruz. İşte bunlar birbirine doğru noktalardan bağlanabildiği ve her hikâye kendi içinde sürükleyiciliğini koruduğu sürece okur kopmuyor. Ana hedeflerimden biri de bunu başarmaktı, o yüzden bu “akıp gidiyor” yorumunu her duyduğumda mutlu oluyorum.

1 2 3
YORUMLAR



DİĞER RÖPORTAJLAR