The Killing Rosie Larsen’in gizemli bir cinayete kurban gitmesiyle başlıyor. Rosie, dışarıdan normal görünebilecek bir aileye sahip. Küçük kardeşleri, teyzesi, annesi ve babasıyla yaşıyor. İki sezon boyunca Rosie’nin nasıl bir kız olduğuna dair çevresi aracılığıyla birçok fikir edinebiliyoruz ama olaylar o kadar hızlı ilerleyip yön değiştiriyor ki Rosie için düşüncelerimiz hiç sabit kalmıyor, sonuna kadar emin olamıyoruz. Bir noktada o kadar içinden çıkılmaz bir hal alıyor ki Rosie’nin cinayetini mi yoksa onun vesilesiyle düğüm olan olayları mı çözmeye çalışıyoruz farkında olamıyoruz. Rosie, ölümüyle herkesin kendi gerçekleriyle yüzleşmesine sebep oluyor adeta.
Rosie Larsen cinayetinde iki dedektifimiz var. Biri Mireille Enos’un canlandırdığı Sarah Linden, diğeri ise Joel Kinnaman’ın hayat verdiği Stephen Holder. İkisi de şahsına birbirinden münhasır karakterler ve o kadar gerçekler ki ilk bölümden kendinizi aralarında yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz. Linden’ın işini nasıl içselleştirdiğini Holder’ın hem eğlenceli hem de duygusal tarafını farkettiğinizde bu ikili gözünüzde büyüdükçe büyüyor. İçinde birçok ortak barındıran dizi izlediğimi söyleyebilirim ama Holder ve Linden gibi birbirlerini tamamlayan bir elin parmaklarını geçmez. Cinayetin izini sürmelerinden tutun aralarındaki muhabbete varıncaya kadar her şey o kadar doğal geliyor ki izlerken, ekran sanki bir kapı, siz de her an içinden geçecekmişsiniz gibi.