Los Angeles’ta sıradan bir Cumartesi akşamı ve vizyona bu hafta giren Moonlight filmini izlemek için Sunset Bulvarı üzerindeki Arclight’a doğru yola çıkıyorum. Birkaç aydır kulaktan kulağa Barry Jenkins’in büyümek, siyah olmak, kendini keşfetmek ve cinsel kimlik üzerine çektiği filmin ne kadar iyi olduğu konuşuluyor, hatta ödül sezonu tam başlamışken belki de yılın sürprizi olabileceği bile söyleniyordu.
Arclight’a vardığımızda hemen başlayacak seansta hiç yer yoktu, bir sonraki gösterimi beklemeye karar verdik. Bilet gişesindeki görevli gösterimin meşhur Cinerama Dome’da olduğunu, film bitince özel bir söyleşi de olacağını söyleyince hemen ilk bulduğumuz koltukları seçtik ve salona girdik.
Cinerama Dome üç ayrı projeksiyondan kavisli bir perdeye yansıtılan özel bir gösterim tekniğinin ABD’deki az kalmış kalelerinden biri. Yan koltuklarda oturunca ne yazık ki filmden istediğiniz tadı alamıyorsunuz.
Ama şu kadarını söyleyeyim…
Moonlight, üç ayrı aktörün Chiron adlı siyah bir gencin hayatının üç ayrı dönemini anlattığı bir saat 50 dakikalık bir başyapıt. Hafif başım dönerek izlesem bile hala etkisinden çıkamadım. Filmi bir gay filmi ya da siyah filmi olarak değerlendirmek çok zorlama olur, dahası filmin asıl niyetine de haksızlık. Roger Ebert’a sinemanın ne olduğunu sormuşlardı zamanında “Hayatın ta kendisi” yanıtını vermişti. Moonlight da öyle bir film işte… Hiçbir şey net değil filmde, hiçbir öykü tam olarak bir yere bağlanmıyor, pek çok şey dağınık kalıyor—hiçbirimizin hayatı siyah beyaz olmadığı için de fazlasıyla gri alanlarla yüklü bir film.
Cinerama Dome’da mecburen seçtiğim koltuk yüzünden filmin yer yer bulanıklaşması kaçınılmazdı; perdenin yapısı gereği. Ama bu bulanıklaşma belki de Moonlight’taki insan ilişkileri söz konusu olduğunda tam da denk geldi bile denebilir.
Chiron’un kendi cinsel kimliğini keşfetmesi filmin yüzeyde görünen kısmı; bunun ötesinde gerçek anlamda kendini bulma ya daha çok bulamama hikayesi gibi. Sadece Chiron da değil bulanıklaşmadan nasibini alanlar. İlk cinsel deneyimini yaşadığı arkadaşı Kevin, taş (crack) bağımlısı annesi, ona kol-kanat geren alternatif ailesi…
Moonlight’ta diyaloglar son derece kısıtlı, aktörlere yüz ifadeleri ve beden diliyle kendilerini gösterme fırsatı veriyor. Chiron’un 9-10 yaşındaki halini canlandıran Alex Hibbert belki de en zoru başaran aktör. Büyüme sancılarını, isyanını, geleceğinin belirsizliğini sadece bakışlarıyla anlatıyor ve izleyenin sadece içine işlemiyor, ta derinlerde bir yerlere diken saplıyor adeta.
1 saat 50 dakika değil, dört saat olsaydı da gözümü kırpmadan izlerdim Moonlight’ı. İkinci kez gideceğimse kesin. Bunu sadece filmi beğendiğim için değil, aynı zamanda bu kadar zor ve ‘niche’ bir konuyu aksiyon filmlerinin hakimiyetindeki sinema dünyasında yapmayı başaran insanlara kendimce destek olmak istediğim için.
Filmden sonra Chiron’un hayatının diğer iki dönemini canlandıran aktörlerle sohbet etme şansı buldum.
Trevante Rhodes herkesin maskülen ve feminen bir tarafı olduğunu ama kendisinin canlandırdığı karakterle belki de yüzde beş benzerliği olduğunu söyledi. Rhodes hem ekranda, hem de gerçek hayatta maskülanitenin sözlük karşılığı olabilecek bir erkek. Moonlight, özellikle ABD’de siyah erkeklere dayatılan ve neredeyse kültürün onlardan beklediği maskülen kimliğe dair kuvvetli sözleri olan bir film. Rhodes da filmden çok şey öğrendiğini, günümüzde ezberlerin yıkılıp insanların kimi konularla daha kolay yüzleşmeleri gerektiğini anlattı.
Peki hiç bu rolü kabul ederken bir an bile tek tipleştirilme, “siyah gay filminde oynayan adam” diye etkiletlenme tereddüdü yaşadın mı?
“Hayır, hiç düşünmedim bile.”
Sonuçta Hollywood’da siyahlara ayrılan roller kısıtlı. Mesela bu film senin söz gelimi bir Marvel filminde rol almanı engeller mi?
“Biliyorum ama hiç öyle düşünmedim. Eğer engelleyecekse de engellesin, ne yapayım… Fuck it.”