Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
RÖPORTAJ
Bir “kasap mı, cerrah mı?” dizisi: THE KNICK
İlk bölümün senaryosunu, Behind the Candelabra için gittiğim Cannes Film Festivali’nde okudum bir yıl önce. Televizyon hiç aklımda yoktu. Üstelik belki duymuşsunuzdur, bir süre çalışmamaya kararlıydım. Menajerimin ısrarıyla ve biraz da isteksizce başladığım senaryoyu ilk okuyan bendim ve bayıldım. İkinci okuyacak kişinin de bayılacağından emindim ve eğer ben yapmazsam hep pişmanlık duyacağım bir iş olduğu için hemen harekete geçtik. Clive'a senaryoyu gönderdik, çabucak cevap verdi. Haziran başında start verdik, geri kalan dokuz bölüm üç ayda yazıldı. Eylül'de çekimlere başladık. İki gün boyunca New York’ta dev bir tahtaya bütün bir yılın şemasını çizdik.

Çok fazla karakter var ve masa okuması filan yapılmadı. Herkes sete gelip kendini tamamiyle işine verdi. Bütün parçalar yerine oturdu. Politik oyunlarla, ayarlarla, hiç ilgim olmadı, tamamen işime konsantre olabildim. Cok yoğun bir tempoydu ama çok verimli oldu. 73 günde 570 sayfa çektik. Tam beş film eder bu.

Televizyonun en sağlam temel taşlarından biridir tıbbi dramalar. En başarılı türdür. Ben estetik açıdan dönem dizilerine bakışımızı nasıl değiştirebilirim diye düşündüm hep. Bu nedenle, güncel bir çekim stili ve telli çalgılarla icra edilen akustik müzik yerine elektronik müzik kullandık. 1900 yılında New York'ta yaşayan Dr. Thackery bugünkü biziz. Doktor için de her şey çok hızlı gelişiyor, bir şeylerin başlangıç noktasında hissediyor kendini. Genelde gecmişte geçen hikayeleri izlerken insan o zamanların güzel olduğunu düşünür. Bu diziye baktığınızda ilk düşündüğünüz, "Allahtan 2014'teyiz," oluyor. O zaman hastaneye gidince çıkılmıyor, genelde ölmeye gidiyor insanlar hastaneye. Bu hastane daha çok göçmenlere hizmet veriyor ve varlıklı insanlar tarafından idare ediliyor. Sınıf ayrımı konusu dizi ilerledikçe önem kazanıyor.

Thackery işinde o kadar iyi ki onu izlemek istiyoruz. Olağanüstü yetenek her zaman ilgimizi çeker. Sosyal yetenekleri sınırlı ama kendini tamamen işine ve bilime adamış dahi bir doktor.

Çekim sırasında henüz piyasaya çıkmamış olan yeni bir ürün, Red Dragon sensörler kullandık, aşırı hassaslar. Harika görüntüler yakalıyorsunuz. Kazara farkettim, dönem gereği mum ışığında ve karanlıkta bolca yaptığımız çekimlerde oyuncuların göz bebekleri büyüyor ve yakın planlarda harika görünüyor.
 
 
 
Steven Soderbergh
 
CLIVE OWEN ANLATIYOR:

Steven aradı ve ilk konuşmayı yaptık. Onunla çalışmayı çok istemekle beraber, 10 saatlik bir televizyon dizisine vakit ayırabileceğimden emin değildim doğrusu, bir filmde rol almayı düşünüyordum. Bir kaç sayfasına bakayım senaryonun dedim, 14 sayfa sonra, “Benim bunu yapmam lazım,” noktasına gelmiştim. Mükemmel bir hikaye, benim de tepkim aynı Steven’ınki gibi oldu yani. Sonra gidip yazarlarla konuştuk. 10 saatte hikaye nerelere gidecek, ona göz attık. Yazarlar o kadar çok araştırma yapmışlar ve konuya o kadar tutkuyla bağlı, dönem konusunda o kadar bilgiliydiler ki, heyecan vericiydi. Üstelik çok az zamanımız vardı, çekim sürecinde senaryoların yazılması için bekleriz sanmıştım. Ama öyle olmadı ve hepsi birbirinden güzel, 10 adet senaryo çıkardılar ortaya.

10 bölüm zaman sıralamasına sadık kalınmadan, birlikte çekildi. Çekim boyunca bu karakterin 10 saatini de kafamda tutmam gerekiyordu. Uyuşturucu bağımlısı birini canlandırıyorum. Ne zaman kendinde, ne zaman çok almış, ne zaman yoksunluk krizinde, bilmem gerekiyordu. Ben de yazarlar gibi şemalar kullandım. Steven ile çalıştığınızda onun hızına yetişmeye uğraşıyorsunuz. Sete ayak bastığınız anda son derece hızlı bir tempoya giriyorsunuz.
 
 
Los Angeles Sanat Müzesi’ndeki gösterimden sonra sohbet faslından.
 
 
 
En zorlayıcı olan ameliyat sahneleriydi, çünkü işini teknik kısmını da öğrenmek gerekti.

Bu dizi tamamen gerçek insanlardan ve olaylardan esinlenmiş. O zaman New York’ta hiçbir hastanede siyah doktor çalışmıyormuş. Evet Dr. Thackery ırkçı biri ve oynamam zor oldu ama dönemin gerçeklerini göz önünde bulundurmak gerekiyordu. Thackery daha çok ekonomik endişelerle siyah bir doktorla çalışmayı istemiyordu ama zamanla ilişkileri gelişti.

Thackery zor bir karakter. Kendini işine adamış bir dahi. Zamanının şartlarını zorluyor. Dünyayı başkaları için daha iyi bir hale getirmeye çalışıyor.
 
 
 
 
  • 24/07/2014 18:55
    Melda Yahşi

Yıllardır bir “Televizyonun Altın Çağı” teranesi sürüp gidiyor. Katılıyor musunuz buna?

Bence David Chase, The Sopranos’la manzarayı tamamen değiştirdi. Yalnızca dizinin ve hikayenin içeriğini değil, sezonun başlangıç ve bitiş tarihlerini, bir sezondaki bölüm sayısını, her şeyi darma duman etti. İlk kez, yaratıcı bir insan çıktı dedi ki: “Ne zaman hazır olursak, o zaman oluruz. Belki altı, belki, sekiz, belki 10 bölüm yaparız bir sezonu. Bakacağız duruma.” Daha önce kimse yapmamıştı bunu. Bugün biz onun döşediği parkurda koşuyoruz.

The Sopranos’u televizyonda yayınlanırken mi izliyordunuz?

 

Birinci sezonun sonunda yakaladım. Erin Brokovich’i çekerken bir arkadaş mutlaka izlemem gerektiğini söyleyip durdu, ben de HBO’yu arayıp ilk sezonu istedim ve iki günde hepsini izledim. İlk aralıksız izleme (bingewatching) deneyimimdi. Tabii o zaman kariyerime nasıl bir etkisi olacağını hiç bilmiyordum.

Ben de bir dizi çekeyim, demediniz yani?

 

Hayır, demedim. Mükemmel bir televizyon işi olduğunu düşündüm, o kadar. The Sopranos’u akla getirmeden, daha sonraki müthiş dizileri anmak pek mümkün değil.

Daha önce de çok şahane diziler vardı, ama niye hiçbiri The Sopranos gibi kültürel bir deprem yaratmadı?

 

Internet nedeniyle.

 

Nasıl yani?

 

The Sopranos, hepimizin interneti kullandığı bir zamanda geldi ve çok büyük bir alanı parselledi. Onun sayesinde eskiden sadece sinema ve müziğe ait olan kültürel arsada televizyonun da yeri oldu. Teknoloji de hızlandırdı bu gidişatı. İnsanların eskiden ofislerde mola verdiklerinde etrafında toplanıp sohbet ettikleri su makinesinin yerini internet aldı. Televizyon, biçim olarak böyle bir etkinliğe çok uygundu.

 

Bir zamanlar “Kimse sevdiği filmleri, sevdiği dizileri konuştuğu gibi konuşmuyor,” demiştiniz.

 

Filmlerin izleyicisini bulacak vakti yok artık. Sadece tek bir prizmadan, ekonomi prizmasından değerlendirilen sinemaya karşılık televizyon, herkesin konuşmasının bir parçası olabiliyor rahatlıkla.

 

Yine bir zamanlar “Ben bir stüdyonun yöneticisi olsam, en iyi sinemacıları bir araya toplarım ve belli ekonomik parametreler dahilinde bırakırım ne isterlerse yapsınlar,” demiştiniz. Günümüzde belli başlı kanalların da yaptığı bu değil mi aslında?

 

Evet, benim çalıştığım insanların düşüncesi de bu doğrultuda. “Burası yaratıcı insanların çalıştığı bir yer olsun,” diye bakıyorlar meseleye. Kendilerini yaratıcı olarak gören televizyon yöneticileri tanımadım hiç.

 

Sinemadan farklı olarak.

 

Evet. Geçen gün arabada otururken düşünüyordum: Sinema endüstrisi ne yapabilir ki? Şu an büyüyen, gelişen tek alan bir saatlik dizi alanı. Burada patlama var. Spor programları dışında her tür tv programcılığı kan kaybediyor. Acaba stüdyolar abone modeline geçebilir mi diye geldi aklıma. Mesela Warner Bros.’a abone olacaksınız. Warner Bros. da “Biz iyi film yaparız” diye bir slogan bulacak mesela, bir marka olarak stüdyo kavramını geri getirecek. İşe yarar mı? Stüdyoya abone olacaksınız. “En iyi salonlar” onlarda olacak. Stüdyolar izleyicilerine en iyi film izleme keyfini yaşatmak için rekabete başlayacaklar.

 

Peki bu sistemde içerik ne olacak? Stüdyolar belli konularda birer saatlik filmler üretecek, aboneler de gidip stüdyonun salonunda mı izleyecek o “bölümleri”?

 

Ben şöyle yapardım: Breaking Bad gibi çok başarılı bir dizim olsa, dizinin son bölümünü, televizyondaki finalden bir hafta sonra iki saatlik bir film olarak vizyona sokardım. Kesin. Belki The Knick’te böyle yaparız. Cumaları yayındayız ya, dokuzuncu ve 10. bölümleri sekizinci bölümden bir hafta sonraki cuma 2500 salonda birden sadece bir hafta için gösterime sokarız. Bütün yıl bunun reklamını yaparsın. Zaten reklam yapıyorsun. Herkes bilecek son iki bölümün sinemada gösterileceğini. Bence çok ilginç olabilir.

 

Karşı argüman da şu olur herhalde: “Niye salonda olsun ki, televizyon yeterince iyi değil mi?”

 

Los Angeles Sanat Müzesi’nde geçen hafta ilk bölümün gösterimini yaptık, 400 kişiyle birlikte izlemek çok eğlenceliydi.

 

YORUMLAR



DİĞER RÖPORTAJLAR