Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
RÖPORTAJ
Ozan Açıktan: Hayat bizden ibaret değil

Dün vizyona Silsile isimli bir film girdi. Tardu Flordun (Binbir Gece), Nehir Erdoğan (Yabancı Damat, Son), İlker Kaleli (Kayıp Şehir, Kayıp) başrollerde. Yönetmeni Ozan Açıktan. İki uzun metrajın yanısıra bir çok reklam filminin yönetmeni. (Filmlerini izlememiş olsanız bile Çok Film Hareketler Bunlar’ın şu 300 Spartalı Kilyos'ta bölümünü izlememiş olamazsınız. Onun da yönetmeni.) Şimdi burada tek tek anlatmayalım da sitesinin linkini (www.ozanaciktan.com) verelim, kendiniz bakın, çok beğendiğiniz reklam filmlerinin hangilerinin onun gözünden bize aktarıldığını görün. (Ayrıca üç kısa filmini de izleyin, tavsiye ederiz.)

Ozan Açıktan’la filmini, oyuncularını, hikayesini konuştuk. Zaman zaman, 28 yıllık arkadaşı ve filmin görüntü yönetmeni Ahmet Sesigürgil de dahil oldu sohbete.

Bu sohbetin exclusive ve magazinel bilgisi: Filmin açılışında çalan şarkıyı Ryan Gossling’in söylüyor olması, üstelik şarkısını kullanmaları karşılığında ekipten herhangi bir ücret talep etmemesi. Yani “Ryan Gossling’in şarkısını hediye ettiği film!” diye başlık atsak, başımız ağrımazdı.

Sıcağı sıcağına filmi izlemekten geliyorum, temposunu, gerilimini, oyunculukları beğendim, elinize sağlık ama bir oyuncuyu özellikle sormak istiyorum. Polis memuru Nevzat’ı oynayan kim?

Nevzat Polis, Hilmi Özçelik..Reklam filmleri çekimlerinde tanıştığımız benim çok sevdiğim bir oyuncu arkadaşım

Oyuncular nasıl seçildi?

Neye nasıl karar vermem konusunda sütten dilim çok yandığı için yoğurdu üfleyerek yeme durumuna geçen, antremanlı bir yönetmenim. O yüzden de mümkün olduğunca geç karar verdim. 2006’da yazmaya başlamışım hikayeyi, yedi - sekiz yıllık bir süreç yani. Siz bir oyuncuya karar verirsiniz, kilo alır, ülkeden gider, başka bir insan olur, ilişkimiz bozulur, her şey olabilir… O yüzden filmi son ana kadar oyuncuları ve karakterleriyle görmemeye karar verdim.

Film de bunu diyor zaten: “Bir gecede değişir her şey”...

Casting direktörümüz Harika (Uygur) 2006’dan beri filmin içindeydi. İlk senaryoyu da son senaryoyu da okudu, çok paslaştık. Harika’yla birlikte Serkan Keskin de çok önemli rol oynadı; eski ve iyi arkadaşım Serkan, reklamlarda çalıştık birlikte. Ben ne Nehir’i (Erdoğan), ne Tardu’yu (Flordun), ne İlker’i (Kaleli) tanımıyordum, üçüyle de film için tanıştık. Serkan dışında bir de Esra’yı (Bezen Bilgin) iyi tanıyordum. Harika’nın önerilerini sağlamasını Serkan’la, Serkan’ın önerilerinin sağlamasını Harika’yla yaparak sağlam çalıştık. “Tayfa” dediğimiz, öteki mahallenin çocuklarını oynayacak olanlara karar verilmesi ise altı-yedi ay süren bir süreçti.

Faruk’un özenle, emek emek kurduğu hayatının kontrolü bir anda başkalarının kontrolüne geçti.

“Tayfa” genel olarak iyiydi, Kılıç’ın karakteri çok iyiydi.

Aytaç Uşun. Bize bir deneme çekimi yaptı, tüylerimiz diken diken oldu; o gün Kılıç’ı bulduk. Kılıç’ı bulamasak bu film olmazdı. Onu bulunca film çok ateşlendi. Çok uzun sürdü ama, en zor bölümdü.

En sondaki şarkıyı söyleyen de İlker Kaleli’ymiş, jenerikte gördüm.

Evet, Koray Candemir sananlar oldu başlangıçta.
Ahmet: Ozan Açıktan da geri vokalde.
Evet, Serkan Keskin’le birlikte geri vokal yaptık. Açılıştaki parça da Ryan Gossling’den.

Aa, hiç farketmedim.

Filmin açılışındaki parti sekansı sırasında çalan müzik Ryan Gossling’in grubu Dead Man’s Bones’un parçası Lose Your Soul. Ryan Gossling’le aynı oyuncu koçuyla çalıştık.

Nasıl aynı oyuncu koçuyla? Bu film için mi?

Greta Kaufmann isimli bir oyuncu koçu var Amerikalı, aynı zamanda psikolog. Türkiye’ye de zaman zaman geldi, biz burada arkadaş olduk, Ryan’ın da koçuydu. Hatta Ryan da daha o kadar ünlü değilken gelmişti buraya. Ben film için New York’ta Greta’yla çalıştım. Sonra tesadüfen bir müzik koyduk, o da Ryan Gossling’in çıktı. Bunun üzerine Ryan, bize para almadan verdi parçasını. Açılışta Ryan Gossling’in sesi var yani. Kapanışta da İlker Kaleli işte.

E bir gece yapıp ikisini birden sahneye çıkarsanız, bitti olay.

Burak Güven yaptı filmin müziklerini de. mor ve ötesi’nin bas gitaristi ve müzisyeni...

Nehir Erdoğan’ın ayakkabıları Yves Saint Laurent mıydı gerçekten, yoksa Nursace miydi?

Bilmiyorum ama bilmem lazım aslında. Yalnız elbisesi Özlem Kaya. İki kostüm tasarımcımız var, Özlem Kaya ve Selin Baklacı.

Ece, hiç beklemediği bir anda, duruma uygun olmayan son derece şık giysisiyle yakalandı fırtınaya.

Film her sınıftan insana hitap ediyor ama Silsile ismi her sınıftan insan için zor bence. Nasıl karar verdiniz? Ayrıca çok iyi de anlatıyor filmi, izlerken akla geliyor hep ama zor işte…

Çok aradık. Cem Akaş Silsile’yi koyduğunda ben çok heyecanladım. En son Yılmaz Abi’yle (Erdoğan) konuştuk üstünde ve öyle yürümeye karar verdik….. Benim senaryonun üstünde 2013 Temmuz yazıyor aslında. 2013 yılının Temmuz ayını belgeliyor o senaryo. Aslında hepimiz günahlarımızla sevaplarımızla birbirimize bağlıyız. Kademe hikayesi silsile… İsimde zorlanmamıza rağmen daha iyi anlatan bir şey bulamadık. İzleyen herkes daha iyi anlayacak diye düşünüyorum.
Ahmet: Silsile ismi kendi filme yapıştırdı çıkmadı.

Bize silsile tanımı yapın…

Zincir ve kademe demek aslında. Zincirleme arka arkaya gelen olaylar demek.

Cihan bu alt geçide inerken duvarda Gezi’nin simgesi olan gaz yiyen kırmızılı kız stensilini görüyoruz.

Gezi’ye de selam çakmışsınız duvardaki bir stensille.

Evet, ince bir selam var. Biz provaları yaparken, her türlü çok içindeydik olayların. Ben filmde karakterlerin taraf tutmasından yana değilim. O yüzden de herkes haklı Silsile’de. Filmlerin kendi sözleri taraf tutabilir, filmler kendileri politik olabilir. Bunun zarafeti tartışılabilir; bazısı içinde olur slogan atar, bazısı dışından bir şey der. Biz bunu hayat bizden üstündür diyerek, başkalarının farkına vararak, ötekiyle bir ilişki kurarak söylüyoruz. O stensil tam bir tarihsel selam. Biz bu filmi yaparken Türkiye’nin gerçeği buydu diyoruz.

Ne bekliyorsunuz seyirciden?

Saygı.

Aa çok ilginç. Bunu söylemek için saygısızlık görmüş olmak lazım.

Yok, şöyle bir şey: Bu bizim tüm ekip olarak hem PToT film olarak hem BKM olarak üzerine çok titrediğimiz bir film. Dolayısıyla oradaki bütün detaylarda uzun süre düşünülmüşlük var. Ahkam kesmek her zaman kolay. Bir an durup, biraz daha bakmayı hakeden bir film olduğunu düşünüyorum, o anlamda bir saygı bekliyorum. Biz filmlere ya çok nefretle ya büyük aşkla yaklaşıyoruz.

Biz derken, eleştirmenler mi?

Yok, twitter, youtube, filmin tüketicileri yani. O kadar ciddiye alıyoruz ki filmi, “bunu yapanın Allah belasını versin,” bile diyebiliyoruz. Bir film bu kadar ciddiye alınacak bir şey değil. Sinemaya gidiyoruz, bir bilet parası ödüyoruz. Film bize o paranın hakkını verdi mi, vermedi mi? Hesap bu kadar basit. O iki saat iyi geçti mi geçmedi mi? Yalnız benim eleştiriye açık olmadığım anlaşılmasın sakın buradan. Daha önce iki tane komedi filmi yaptığım için çok iyi biliyorum eleştirinin ne demek olduğunu. Burada müthiş ve filme yansıyan bir emek var. Bunu ne abartalım, ne gözden kaçıralım.

Yani hayatı bu filmle açıklamaya çalışmayalım.

Aynen! Hiçbir filmin bunu yapacağını düşünmüyoruz ayrıca. Filmin bana göre başarılı bir anekdotunu anlatayım: Ahmet’in kuzeni galadan sonra çıkıştaki restoranlardan birinde oturan üç genç görmüş. “Nasıldı film?” diye sormuş. Masadaki genç kız da “Bir bira ısmarlarsan söylerim,” demiş. Benim için bu film tamam işte, bu kadar. Konuşacak ortak bir şeyimiz var, bir bağlantı oldu aramızda.

Peki galada nasıl karşılandı?

İyiydi ama galalarda hep iyi karşılanır zaten.

Filmin hikayesini de yazan Cem Akaş’la nereden tanışıyorsunuz?

Romanlarının hayranıydım, e-mail attım Polonya’da okurken ve arkadaş olduk. Çok iyi bir yazar. Onun kitabı Yedi’yi film yapmak istiyordum. Fakat hızla Türkiye şartlarına uymayacak bir film haline geldi. Tanıştığımız 2005 yılının sonuna doğru ben Yedi’den vazgeçip ona bir hikaye sipariş ettim. Şöyle: Şimdi burada geçsin, hemen olabilsin ama öyle yerlere gitsin ki, biz de onunla sürüklenelim. Cem bir ön hikaye yazdı, ben çok heyecanlandım, ondan sonraki altı yıl o hikayenin finalini bulmakla geçti. Meğerse o final, benim bu filmde söylemek istediğim şeyi bulma sürecimmiş. Yani aslında ben bir öykünün başlangıcına heyecanlanıp, sonunu bulmak yoluna çıktım.

Neydi o başlangıç?

Sıcak bir yaz gecesi, eski bir aşk alevlenir. Eski arkadaşlıklar, yeni gerçekler. Aslında ‘set up’ Amerikan sinemasının, formül sinemalarının hepsinin yüzlerce kere kullandığı bir melodram set up’ı. Aşk üçgeni vs. Orada yenibir şey yok. Ama evdeki sürpriz unsuru beni çok heyecanlandırmıştı. Bir de İstanbul’da, Paris’te, Londra’da, Diyarbakır’da geçebilir. Herhangi bir şehirde her an olabilecek bir şey. O çok etkileyiciydi benim için. Üstüne de altı yedi yıl komedi filmlerini yapmak dışında finali aramakla geçti. Nasıl bir olaylar silsilesi gerçekleşir, nasıl söyleyebilirimi düşüne düşüne o son resim çıktı ortaya.

Sıcak bir yaz gecesi, eski bir aşk alevlenir.

Finalde kameranın yükselerek bizi İstanbul’la başbaşa bıraktığı ve kimbilir başka neler oluyor şuralarda dedirten son plan yani.

Evet. Söylemek istediğim de şu: Hayat bizden, bizim seçimlerimizden ve isteklerimizden ibaret değildir. İçinde bulunduğumuz egosantrik dünyaların getirdiği, BENim isteklerim, BENim beğendiklerim, BENim hedeflerimin dışında başkalarının başka istekleri bizim kaderimizi oluşturur. Hayat bizden büyüktür diyerek bir tür mütevazileşme planı o son plan.

Filmde bu BEN, BEN diyen de Faruk mu (Tardu Flordun)?

Aslında hepsi. Cenk de (İlker Kaleli) ben diyor, Ece de (Nehir Erdoğan) ben diyor. O aşk üçgenindeki herkes ben diyor. Bir tek Ece başka birinin farkında.

Başta epey ürkek görünen Cenk, eve giren martı sahnesinden sonra toparlandı.

Martı şöyle bir simge daha çok: Enternasyonal bir yanlış vardır ya, bize yapılan bir yanlışa hemen karşı çıkamayabiliriz ama genel geçer bir yanlış vardır. “Bu kadar da olmaz!” deriz. Martı o limit işte. Cenk orada kendisiyle bağlantıyı sağlıyor ve oradan da yürüyor.

Cenk bana sonuç olarak biraz korkak geldi, Faruk ise daha işini bilen bir tip.

Aslında ikisi bir krizde tutulacak iki ayrı taraf gibiler. Biri kaybedeceklerinin büyüklüğü yüzünden agresifleşip her şeyi kontrol altına almaya çalışıyor. Öbürü ise kaybedeceği şeylerin arasında karar veremiyor…

Ona da korkak diyoruz biz işte. Kız ondan daha cesurdu.

Ama korkak olmadığını ispatlıyor diye düşünüyorum ben.

Ben de bir erkek yönetmen bu kadar bariz korkak bir erkek nasıl çeker diye düşünmüştüm aslında…

Söylediğiniz en önemli cümle. Siz söylemeden ben söylemek istemedim ama bu bir kadın filmi aslında.

O çok net. Avukat Merve karakteri açısından da. Kadınlar çok güçlü filmde.

Hepimiz için en önemli cümle de bu.

Kadınlar gerçekten de çok güçlü bu filmde.

Yönetmenin en son çektiği en gözde filmidir herhalde ama bundan önceki iki film için neler dersiniz?

Yine Ahmet’le çektiğimiz, Çok Film Hareketler Bunlar benim sinemaya giriş filmim olduğu için çok önemli. Bir de skeçlerden oluşan bir film olduğu için, türler arası geçişler bakımından önemli. Ama ne Çok Film Hareketler, ne Sen Kimsin? benim projem değildi. İkisi de bana sipariş edildi, dolayısıyla o anlamda stüdyo yapısına ya da reklam yapısına çok benziyor. Bana diyorlar ki “Bir senaryomuz var, çeker misin?” Ben de ne katabiliyorsam yönetmen olarak, katıyorum. Zanaat kısmı daha parlak oluyor. Silsile’de ise kimse benden bir şey istemedi. Beyaz bir kağıt vardı önümüzde. Yavaş yavaş pişirdik ve artık kendimizi tutamayacağımız aşamaya gelip çektik.

Festivallere katılacak mı?

İstanbul Film Festivali’nin ulusal yarışma bölümüne girdi. 14 Nisan’da bütün filmlerimizi seyrettiğimiz Atlas Sineması’nda gösterilecek olması gibi bir coşkumuz var. Onun dışında da sırayla gidebilecek festivallere bakacağız. Ama gösterime girdiği ve İstanbul Film Festivali’yle başladığı için bir kaç festivalden uzaklaşacak. Mümkün olan her yere göndereceğiz tabii. Hikayenin duyulmasını, görülmesini çok istiyoruz.

Karaköy’e nasıl karar verildi?

Oyunculara son anda karar verdiğim gibi, mekana da son anda karar verdim. Çünkü şöyle bir durum var, hayal ettiğiniz şey gerçek hayatta yoksa, ona ulaşamazsınız. Ya da çok paranızın olması, baştan tasarlamanız lazım. O yüzden ben mümkün olduğunca başta hayal etmedim. Bir gün senaryoyu konuşuyoruz,adam yukarı çıkar, iner vs diyoruz, Cem bana dedi ki, “Oğlum bu bina nerde? Otomata mı basıyorlar? Kapıyı mı çalıyorlar?” Ben de o anda farkettim, ortada bina yok. “Binayı bulunca gerekiyorsa tekrar yazacağız,” dedim.
Üst kat komşumuz Yaşar Kartoğlu, filmin yapım tasarımcısı, benim de yıllardır çalışmak istediğim bir sanat yönetmeni aynı zamanda. Yaşar, bir cafe açma hazırlığı içinde o dönem. Senaryoyu okudu, “Çok beğendim bu filmde çalışmak isterim,” dedi. Sonra “Bizim bina olur mu acaba?” dedi Yaşar. Telefonundan fotoğrafını gösterdi, “Burası olur,” dedim. Ama hiçbir fikrim yok, ne orası…

Senaryonun ilk halinde de binanın restorasyon izni yok muydu?

Yoktu. Biz meselesi yapmak etmek olan karakterlerimiz olsun istedik. Faruk’un da meselesi inşa etmek, hayatı yönlendirmek. Öyle olunca, filmde illegal bir bina duruma uyuyordu. Yaşar, ben, Ahmet bir gece binaya gittik. İçeride duvar bile yoktu. İnşaat halindeydi. (Bu arada cafe inşaatı bitti, yakında açılacak Gümrük adı.) Film için inşaatı hızlandırdık, binaya göre bazı sahneleri yeniden yazdık. Zaten başka bir binada da olmazdı sanki bu film.

Yönetmen diyor ki, “Karaköy’ün ve oyuncuların bizi yönetmesine izin verdik.” Esra Bezen Bilgin’i en son Kusursuzlar’da izlemiştik.

Mekanların hepsi gerçek değil mi?

Ahmet: Zaman gibi mekan da inanamayacağınız kadar gerçek. Kılıç karakteri köprüye yürürken gerçekten o kadar dakikada yürüyor. Biz o gece heyecanla filmi oynamaya başladık. Hepimiz senaryoya hakimizi fotoğraf filan çekiyoruz, yürüyoruz, filmi oynuyoruz. Sonuçta çıkan filmin o gece oynadığımız filme ne kadar yakın olduğuna inanamazsınız. Bir gecede orada biz üç saat içinde heyecanlanıp bütün filmi oynadık ve film döndü dolaştı, o geceki üç saate döndü. Kılıç gerçekten orada yürüyor, o sokakların hepsi gerçek.
Ozan: Bu arada şu da çok komik. Şu an bir dönem filmi artık Silsile. Çünkü Karaköy’de o sokak kapandı. Yepyeni kaldırımlar var. Bizim adamları koyduğumuz yerlerde hiçbir şey aynı değil. Yani 2013’de çektiğimiz film, 2014’te dönem filmi oldu. Taksim ilkyardım Hastanesi yok. Bizim film, Taksim İlkyardım Hastanesi’nde çekilen son film.

Araba farları, neonlar, yanıp sönen ışıklar, hareketli bir arka plan var.

Hayat bizden büyüktür gibi bir cümlesi var filmin özünde onu da filmin içine görsel olarak Karaköy’ün ledleri, araba ışıkları, araba trafikleriyle koyduk. Biz bir şey konuşurken arkadan ışıklar geçiyor sürekli, çünkü biliyoruz ki dışarıda bizim dışımızda bir hayat daha var. Bütün film boyunca o ışıklar çevrede dolanıyor.
Ahmet: Oyunculara konvansiyonel ışık yapmadık. Bıraktık arkası yaşasın..

Bir tek baştaki parti sahnesinde vardı galiba…

Ahmet: Evet, orada da tam aksi yöne gidip çok stilize bir ışık yaptık. Ama dışarıda hayat var cümlesini resme de çevirdik gerçekten. Ozan’la sette de konuşuyorduk. O cümle üzerinden çalıştık.

Sıralı çekim, oyuncuların ruhsal dengesini de adım adım izlememizi sağlıyor.

Kronolojik olarak mı çektiniz?

Sıralı çektik, evet. Bir gecede geçtiği için, hem devamlılıklar açısından hem de oyuncuların ruhsal dengesi açısından çok önemliydi. Baştaki şoktan sonra finale gidişlerini, biz kamera arkası ekibi olarak da yaşadık. İlk çektiğimiz sahneden sonra son çektiğimiz sahneye geldiğimizde biz de film hakkında yeni bir şeyler biliyorduk.

Bir el çabukluğu marifetle telefonu elden ele geçirip Cenk’i oynatma hikayesi vardı, onu nasıl yaptılar? Sihirbazlık gösterisi gibiydi.

Ahmet: Ben tutamayacağım kendimi burada, el çabukluğuyla ilgili bir şey söyleyeceğim size. Ozan’ın eli çok hızlıdır. Ona yaptırdık o sahneyi. Eli çok hızlı, küçükken de çok iyi basketçiydi zaten.

Siz çocukluk arkadaşı mısınız?

İlkokul birden lise sona kadar sınıf arkadaşıyız.

Aaa, filmdeki iki erkek de öyleydi anladığım kadarıyla. Çok enteresan bir hikaye oldu bu şimdi...

Ahmet: İş kemiğe dayandığında ben bir gece Ozan’ı aradım,
Ozan: Yani filmi çekeceğiz artık.
Ahmet: Ben gece arayıp, “Her şey bir yana, ben bu filmi çekerken zorlanabilirim Ozan,” dedim. Çünkü karakterler, olay örgüsü içinde değil, başlarına gelenlerde değil ama bazı yerlerde bize yakın, evet.

Kaçınılmaz olarak öyledir tabii.

Zaten her hangi bir sanat eserinin dürüstlüğü, içerdenliği konuşuluyorsa, iddiamız böyle bir şeyse, zaten bunun otobiyografik bir tarafının olmaması mümkün değil. Bir taraftan bağlanıyor mutlaka.

Reklamlarda da mı birlikte çalıştınız?

Diğer iki uzun metrajı da birlikte çektik, ondan önce çektiğim reklamların da yarısını filan herhalde Ahmet’le çekmişimdir. Benim bir de Polonya ekolünden sınıf arkadaşlarım var Ahmet gibi, onlarla birlikte reklamda çalışıyoruz.

Siz de sinema mı okudunuz Ahmet?

Ben Bilkent işletme mezunuyum. Londra’da Central St. Martins’de, New York Film Akademi’de sinema eğitimi aldım. 2001 yılından beri Amerika’dayım, New York’ta…
Ozan: Ahmet Al Pacino’nun son filminde çalıştı. İkinci kamerayı kullandı.
Ahmet: The Humbling diye bir film. Yönetmen Berry Levinson. (Philip Roth’un romanından uyarlama, Greta Gerwig de diğer başrol.) Silsile çok ilginç bir rol oynadı bu işi almamda. Bana bir telefon geliyor, hatta “o” telefon geliyor. Görüşmede bana filmi aynen bizim Silsile’de uyguladığımız teknikle, omuz kamerasıyla çekmek istediklerini anlatıyorlar. “Oyuncuları serbest bırakalım, kamera tamamen serbest biçimde orada, aralarında olsun,” diyorlar. Ben de inanılmaz bir güvenle diyorum ki, “Bir insanla daha doğru bir zamanda görüşemezsiniz,” Ozan’ları arıyorum hemen, zaten böyle durumlarda hep Ozan’ı ararım…

Bunun yapılmışı var dediniz yani…

Aynen, ispat eder gibi o dakika Ozanlar Vimeo’ya yüklüyor sahneyi, show reel, kesilmiş, hazırlanmış bir şey değil, olduğu gibi ham sahne. Çocukların arabanın başına doluştuğu sahne. Ben orada izletiyorum onlara, diyorlar ki “Senden sonra üç kişiyle daha görüşeceğiz, hafta sonu ararız,” üç saat sonra arayıp anlaşma imzalamaya gelmemi istiyorlar.
Ozan: Güzel değil mi? Biz bu film kadar arkadaşımızla da gurur duyduğumuz için bu hikayeyi söylemek istedim. 28 yıldır arkadaşız.
Ahmet: İlk kısa filmimizi beraber çektik 1998 yılında. O ilk kısa filmden sonra Beylerbeyi’nde oturduk çay içiyoruz, ben diyorum ki “Ben galiba Amerika’ya gideceğim kardeşim, ben görüntü yönetmeni olmak istiyorum,” Ozan da dedi ki “Ben Polonya’ya gideceğim, sonra geleceğim.” Bugüne kadar ne konuştuysak, hep konuştuğumuz gibi oldu.
Ozan: Ahmet gitmeye niyetliydi, ben giderim ama kesin dönerim diyordum. Zaten iki ayrı ekol, biri Amerika’da sinema eğitimi, diğeri Polonya’da devlet sinema okulu. Sinemaya bakış açısından ikimizin eğitimi yan yana gelemeyecek kadar farklı.

2011’de Vogue’da çıkan bir söyleşinizi okudum. Polanski’yle bira, Orhan Pamuk’la kahve, Melih Cevdet Anday’la da rakı içmişsiniz.

Bir televizyon programında asistan olarak çalışıyorum, Orhan Pamuk programa telefonla katılsın diye ikna etme göreviyle evine ben yollanıyorum. O zaman Kar’ı yazıyordu galiba. Kapıda karşılaşıyoruz. Benim anlattığım bir anekdot üzerine çağırıyor içeri, bir sohbete giriyoruz, kahve içiyoruz. Onun ardından da ben Seyahatname diye bir iş yaptım Beyhan Murphy’yle. Aydın Doğan Vakfı bir ödül vermişti Melih Cevdet Anday’a, onun çekimlerini yaparken akşam üstü rakı içtik. Polanski’de Polonya’daki okulda çıktı karşıma. Festivale gelmişti, benim de kendi filmim oynuyordu onu izlemeyeyim diye çıktım. Neyse ki o sayede Polanski’yle kapıda tanıştık.

Diyelim bütün imkanlar önünüze sunuldu, hiç kısıtlama yok, ne çekersiniz?

Daha önce böyle bir soruya yanıtım Abidin Dino’nun hayatını, geçtiği yolları, hayat hikayesinin bazı parçalarını anlatmak olmuştu. Şimdi, Uğur Mumcu’nun Telemen olayını ekliyorum buna. Bir de Mehmet Ali Ağca’nın hikayesini. Bu iki hikayeyi sınırsız alanda çekmeyi ve peşinden koşmayı çok isterdim, hala da isterim.

Kültürel olarak nelerden besleniyorsunuz?

En çok İstanbul Film Festivali’nden besleniyorum. Ve if’ten (Bağımsız filmler festivali). Bu yıl if’i kaçırdım ama her iki festival de benim için çağdaş dünya sinemasında olup bitenler açısından birer laboratuar. Eski filmlere büyük perdede tekrar bakmak açısından bir nefes alma alanı o ikisi. Bunların dışında da aslında internet dünyası yüzünden kaynak o kadar çok ki, her yerden bir şey çıkabiliyor. Bu filmin en önemli bileşenlerinden biri Keith Cunningham, benim senaryo hocam. Almanya’da Türsak ve Metro bursuyla gidip dramaturji eğitimi alırken tanıştığım Amerikalı hocam. 2006’da hayatımıza girdi, 16 step diye bir senaryo metoduyla; ben reklam yönetmeni olduktan sonra da Keith’e her ay kazandığım paranın bir bölümünü vererek eğitimime devam ettim. En çok Keith’den beslendim yani. Okul bittikten sonra gerçek eğitimimi Keith’le devam ettirdim.

Ben aslında biraz daha gündelik anlamda sormuştum.

Benimkiler hep laboratuar gibi. Bir dönem girip bütün Nip/Tuck’ları seyretmek gibi mesela. Bakalım ne oluyormuş gibilerinden ama hep laboratuar. Kısa bir dönemde keskin bir konsantrasyonla, belli bir amaçla. Mesela Breaking Bad bekliyor şimdi, ona gireceğim, belli ki çok önemli bir dizi, total konsatrasyonla girmek lazım. Bir de Ahmet’le çok paslaştığımız için karşılıklı besleniyoruz.

Hollywood’un ünlü yönetmen ve oyuncularının emin adımlarla televizyona yürümesine ne diyorsunuz?

Ahmet: Anlatımcılığı çok önemli bir şekilde etkiliyor televizyon. Bir karakteri yaymak için size olağanüstü bir süre veriyor. HBO bu işi geri dönülmeyecek şekilde değiştirdi. Biz bu bilgi çağını tam ortasından yakaladık. İşin rengi değişti. Bilgiye artık anında ulaşılıyor. Ben şimdi kindle’a döndüm, haftalardır herkese bundan bahsediyorum. Romantiktim, yok sayfanın dokusu, yok görmelisin nerede kaldığını vs.

Benim de hayatım değişti… Ömrüm kitap taşımakla geçti, bel fıtığı oldum.

Ahmet: Çok iyi anlıyorum, hayatım havaalanlarında geçiyor ve çantamdan büyük bir yük kalktı. Daha önemlisi şu. Bir kitap okuyorsunuz , bir sürü referans veriyor. Kindle’da okurken arka arkaya diziyorum hepsini. Bilgiye anında ulaşmak nelerden beslendiğimizi değiştirdi.
Ozan: HBO’yla ilgili ben de bir şey söylemek isterim. Şimdi bu dijital çağda hesaplanabilirlik de arttı. Mesela Netflix sizin ne indirdiğinizi biliyor, sizin hedef kitlesi olduğunuz bir yapım kadrosuyla senaryoyu bir araya getirebiliyor. O zaman harcadıkları paranın karşılığını alacaklarını bilmeleri, sinema gibi bir kumardan çok daha fazla yeğleniyor. Sinema izleyicisinin ayrıntılı profilini çıkarmak mümkün değil ama dijital müşteride durum tam tersi. O zaman da risk daha az oluyor. Aslında stüdyo baskısı bence aynı yönetmen üzerinde.
Ahmet: İşin rengi değişiyor. Adamlar algoritmalarını o kadar geliştirdiler ki Ozan’ın söylediği şeyin bir adım sonrasına geçiyor artık. Benim alışveriş alışkanlıklarıma göre önümüzdeki yıl benim ne isteyeceğimi, benden daha önce bilmek üzereler. Ürkütücü, güzel ve ilginç bir macera. İçten içe hepimiz dizi yapmak istiyoruz aslında.

Sahiden mi?

Ahmet: Tabii.

Aaa şahane bir şey. Çünkü bir sürü dizi yönetmeni de sinema yapmak istiyor mesela.

Ozan: Türk dizi yönetmenleri bizim kendi aramızda ayrı bir saygı duyduğumuz, özel insanlar. Dünyada eşi benzeri olmayan bir performans sergiliyorlar. Hem dramatik tutarlılık, hem oyuncuların gelişimi açısından. Muhteşem Yüzyıl diye bir vaka var Türkiye’de şu anda mesela. Daracık alanda müthiş kompozisyonlar, 120 dakika filan, olacak iş değil. Dünyada onu bir mesela Amerikalı yönetmene teklif edemezsiniz, masadan kalkar. Koşulsuzluklar yüzünden geldiğimiz dar alandan öyle bir çıkıyor ki bizim dizi yönetmenlerimiz.. Hepsine hayranım ben, hepsine.

Dünyada seyirciler de televizyon başından kalkar yalnız. 200 küsur dakika boyunca oynayan dizi var bizde.

Silsile jenerik dahil 104 dakika.

Yapımcı Faruk Özerten’in adı jenerikte senaryo yazarları arasında da geçiyor.

Çok ilginç, Faruk Özerten filme 2006 yılında asistan olarak başladı. Film bittiğinde senarist ve yapımcıydı.

İçinizde en hızlı yükselen o demek ki.

Ahmet: İki sene sonra görün siz onu.
Ozan: Ahmet Faruk’u bize yolladı “Bir arkadaşımın kardeşi, çok yetenekli çocuk, birlikte çalışsanız,” dedi…
Ahmet: “Parlak bir şey,” dedim..
Ozan: Faruk bize geldi, asistan olarak başladı, arada American Film Institute’a gitti fullbright’la, orada okudu, geri döndü, filmin prodüktörü oldu, son yılda da yazarlarından biri oldu. Gerçek başarı öyküsü aslında onunki.

Reklama devam mı peki?

Devam hem de çok severek devam.

YORUMLAR



DİĞER RÖPORTAJLAR