Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Euphoria: Kadınlık meselesi

Çeşitli konulara böldüğüm defterlerimden Ekranella’ya ayırdığım ekranella maskotu pembeli olanda, dizilerde trans görünürlüğüyle ilgili bir kaç not çıktı karşıma. Birincisini Sex Education için buraya yazdığım yazıdan sonra karalamışım ve başında ‘Sex Education’ın transfobisi’ yazıyor. 

Sex Education’da her tür karakterden bir adet bulunmasına rağmen o liseye bir trans birey sığdıramamışlar, bunu yazmak istemişim. Bir diğeri de Pose dizisiyle ilgili ki oraya da trans’tan başka bir şey sığdıramamışlar. Geçenlerde bir arkadaşımla da bunu konuştuk; Türkiye’deki tüm LGBTİ+ camiada Pose sevmeyen bir tek benim herhalde. Üzgünüm gerçekten Ryan Murphy bende pek çalışmıyor. 

Game Of Thrones’un hemen arkasından Chernobyl, Succession gibi hit’leri peş peşe gösterime sokan ve sadece içerik dolgusu Netflix balonunu bom diye söndüren canım HBO’cuğumuzdan gelen bir sonraki şaheser Euphoria’yla eş zamanlı olarak da Türkiye’de sosyal medya üzerinden bir Terf tartışması başladı. İkisini birbiriyle paralel olarak takip ettim diyebilirim. 

Zendaya, dizinin ana karakteri Rue'yu canlandırıyor.

Bu konudan bihaber olanlar için Terf; ‘trans-exclusionary radical feminists’in kısaltması yani ‘trans’ları dışlayan radikal feministler’ demek. Normal şartlarda söylense hakaret kabul edilmesi gereken bu terime, içeriğinde zaten dışlamak gibi negatif anlam içeren bir ifadeyi barındırsa da, bazı feministler tarafından seve seve sahip çıkıldı. 

Twitter’da başlayan tartışmayı bir taraf olmaktansa seyirci olarak izlemeyi tercih ettim ve geldiğim noktada dile getirilmiş bazı şeylerden utanç duyduğumu söylemem gerekiyor.

Tam bu noktada ekranıma düşen Euphoria ise bu bağnazlıktan epey uzak ve bu zamana kadar gördüğümüz en derin temsillerden birini armağan ediyor izleyiciye. 

Orjinali bir İsrail dizisi olan, ilk sezonu sekiz bölümlük Euphoria, Amerika’da gösterime girdiği anda insanları hızla ikiye böldü. Bir kısım eleştirmen diziyi izlemeye dahi gerek görmeden sıfırcı hoca gibi notları düşük tuttu, bunun bir gençlik pornosundan ibaret olduğunu söyleyen de niteliksiz olduğunu söyleyen de aynı hatta ilerledi durdu. Diğer bir kısım ise diziyi şu ana kadar ekranlarda izlediğimiz en acayip şeylerden biri olarak tanımladı ve finalinin ardından şaşkınlığını hala üzerinden atamadı. 

Ben ikinci grupta olanlardanım. 

Euphoria’da bahsedilen kuşak 11 Eylül sonrası doğan dünyadaşlarımız (12 Eylül’de doğanları anlatıyor gibi iğrenç bir espriyi de buraya bırakıvereyim). Bu kuşağa ilk online ya da ilk çevrimiçi kuşak deniliyor. Bizler gibi tüplü televizyondan mirc’te fotoğrafsız buluşmaya uzanan, oradan da fotoğrafları sağa kaydırarak en yakınındaki yatılacak insana varan sürece bulaşmadılar. Direkt son adımın göbeğinde hayata geldiler. Şu anda ana babaların susturmak için telefonu ellerine tutuşturup çizgi filmi yasladıkları bebeklerin büyümüş halleri. 

Doğal olarak Euphoria’nın temel meselesi bu kuşağın sorunları. Mesela çıplak fotoğraf göndermek ve bu fotoğrafların ifşası, porno sitelerde kanal açmak Euphoria karakterleri genç ergenlerin hayatlarının sıradan bir malzemesi.  Belki de bu yüzden mesela Euphoria’nın ikinci bölümünde şu ana kadar herhangi bir dizide gösterilenden daha fazla, hatta rekor sayıda penis gösteriliyor (Sanırım sayabildiğim kadarıyla 32 adetti). 

Ya da hiç kesintiye uğratmadan sanal sekste bir adamın kendisini liseli bir kıza penisinin küçüklüğü yüzünden aşağılatmasını seyrettiriyor. Çıplaklık ve sekse dair tüm tabuları yıkmak gibi bir iddiayla da başlamıyor hikaye, çıplaklık, seks hatta uyuşturucu zaten hikayenin kendisi. O yüzden her şey çok çıplak ve çok gerçek ve bir o kadar da sert. 

Euphoria her bölümde bir karakterin hikayesini alıyor ve onu derinlemesine anlatarak genel dramaya bağlıyor. Ana karakterimiz ise Rue. Bir Disney kızı olan Zendaya tarafından oynanan Rue, babasının ölümüyle beraber uyuşturucu bağımlısı oluyor. Onun rehab’ten çıkışı, okula dönüşüyle birlikte onun ve diğerlerinin hayatına giriyoruz. Rue aynı zamanda dizinin yaratıcısı Sam Levinson’ında da bir yansıması. Euphoria, kendisi de gençken uyuşturucu bağımlısı olan ve rehab’e gönderilen Levinson’ın hayatından oluşturulmuş bir dizi. Rue’nun hikayesi ve hap manyaklığı beni başlarda biraz sıktı. Bitmeyen uyuşturucu problemli ergene biraz doydum açıkçası ve biraz da itici buldum bunu. 

Rue üç bölüm kadar uyuşturucusuyla bizi kustura dursun, sonra hayatımıza dahil olacak ve aslında bu dizilerdeki trans görünürlük meselesine bakmamızı sağlayan Jules (Hunter Shafer) geliyor. 

Jules ve Rue

Jules’un trans kimliği tıpkı dizideki cinsellik gibi hiçbir şekilde altı çizilmeden önümüze getiriliyor. Onun kimliğinin ve yaşadıklarının dizideki diğer karakterlerden hiçbir farkı yok aslında. Fakat hepsinden daha derin, daha iyi işlenmiş ve çok da iyi yazılmış bir karakter Jules. 

Jules’un trans kimliğine yapılan tek bir gönderme başlı başına bir kötülük sembolü olan ve geleceğin American Psycho’su olacak Nate’ten geliyor. Nate (Jacob Elordi) kötülüğün vücut bulmuş hali gibi. O kadar harika bir cast ve o kadar karanlık ki bir yandan ondan nefret ederken bir yandan da ona karşı koymak imkansız. İnsan onu aynı anda hem öldürmek istiyor hem de ayaklarına kapanmak ve ereksiyon zorluğu çektiği sahnelerde ona bir el atıp yardım etmek istiyorsun.

Sanal hayatta başka biriymiş gibi davranan Nate, yazıştığı Jules’a geçiş sürecini gerçekleştirip gerçekleştirmediğini soruyor bir chat sırasında (Sanal sohbette sahte fotoğraf göndermek de çağımızın bir başka hastalığı zaten). Bu Jules’a ve geçiş sürecine dair edindiğimiz ilk bilgi oluyor. Bir yandan da aslında her şeyiyle ne olduğunu biliyoruz Jules’un. Makyajı, kıyafetleri ve tüm karakterlerden ayrı hepsinden daha özgür tavrıyla Jules’a herhangi bir cinsiyet atamak başından itibaren pek mümkün değil. Diğerlerinden farklı ama bir yandan da tam olarak onlar gibi. 

Euphoria’daki Jules tahminimce 16-17 yaşlarında. Ve tüm dünyada çıkan Terf tartışması da bundan bir yıl önce uygulamaya giren, ergenlikteki çocukların geçişlerini başlatmak için hormon baskılama yönteminin ne kadar doğru olduğunu konuşarak başladı. Yani Terf tartışmasına göre Jules hormon kullanmamalı ve beklemeliydi. 

Terf’ler hormon karşıtı fikirlerle gelirken, hayatları boyunca istedikleri bedende bir yaşama sahip olmak için beklemek zorunda kalan translar da doğal olarak bunun karşısında yer aldı. Ergenlerin hormon baskılama ilaçlarıyla başlayan tartışma, trans kadınların kadın sayılıp sayılmayacağına kadar uzanan bir yere evrildi. Ve bizim korkunç ülkemizdeki pespayelikte ise günün sonunda içinde strapon kullanımı, erkek ceninler kürtajla alınmalı mı ve “fakir ağdacım bedenimin neresine dokunmalı?”ya kadar uzanan inanılmaz bir yere evrildi. İnsanların, özellikle de erkek şiddetine karşı bir arada bulunmamız gerektiğini düşündüğümüz kadınların ve hatta feminist kadınlardan bazılarının bu noktada olduğunu görmek beni biraz ürküttü açıkçası. Trans kadınlar kadındır ama bir yandan da epey yalnızdır galiba. 

Euphoria’daki Jules’un ise hormon bloklamayı ya da kendisinin kadın olup olmadığını başkalarıyla tartışacak yeri çoktan geçtiğini düşünüyorum. Pek de umrunda değil bence bu tartışmalar. O kadınlığını bir başka şekilde yaşamaya devam ediyor. Jules dizideki diğer kadınlar gibi hayatını kendi yaşamak istediği şekilde sürdürürken şiddet ve kötülük dizinin tüm erkeklerinden geliyor. Kadınların hepsini anlarken erkeklerin hepsini de tanıyoruz. Jules’un kadınlık tartışması kadın mı değil mi üzerinden değil erkek şiddetinin karşısında biri oluşundan anlatılıyor. Hormon meselesi ya da kafa karışıklığı biteli epey olmuş. Ailesi tarafından kapatılmak istendiği ilk klinikte sona ermiş bu hikaye. 

Jules’un hikayesinde kadınlık kavramı onun için çok başka bir yerde duruyor. Mesela seks için özellikle homofobik ve maço erkekleri seçiyor ilk başta. Kadın olmayı böyle bir şey sanıyor ya da kadınlarla buradan eşleşmek istiyor. Homofobik ve maço erkeklerin tüm kadınlara uyguladığı psikolojik ya da fiziksel şiddetin bir muhatabı olup o kadınlarla aynı deneyimi paylaşabilmek için kartı buradan oynuyor, kadınlarla erkeklik zehrine karşı bir yerden birleşiyor. Çünkü erkeklik dediğimiz şey baştan sona zaten kendini üstün görme, eşitsizlik ve maçoluk aslında. Kadınlarla buradan birleşmek isteyen, onları bu noktadan anlayan ve o noktada olan birine ne hakla insanlar sen bizden değilsin ve aslında daha ayrıcalıklısın diyebilir. Belki sadece faşistler bunu söyleyebilir. 

Üstelik Euphoria bir noktadan sonra Jules’un kadınlığını da bir tarafa bırakıp tüm ikili cinsiyet kalıplarını yıkan bir yere geçiyor. Yedinci bölüme geldiğimizde Jules daha çok kadın hissetmek ya da kadınlık deneyiminin bu olduğunu sandığı için toksik erkeklerle seks yapmaya, kendine zarar vermeye devam ederken tanıştığı ve aşık olduğu bir lezbiyen kadın ona makyaj yaparken “Kendini kadın hissetmek için illa bir erkeğe mi ihtiyacın var?” diye çok basit bir soruyor. 

Geleceğin 'American Psycho'su Nate

Sonrası ise tüm kuralları yıkan ve her şeyi ters köşeye yatıran olağanüstü bir kulüp sahnesiyle birlikte Jules’un erkeklere olan bu tutumu kırılıyor artık. Jules kadın olmanın çok daha özgürleştirici bir tarafı olduğunu keşfediyor bedeninde ve ruhunda. Ve aşık olduğu kadının da söylediği gibi bunu hissetmek için bir erkeğe gerek yok. Tüm kadınlar için böyle bu çünkü daha önce erkeklerle yaşadığı toksik deneyim aynı zamanda pek çok cis kadının da hayatı boyunca içinden çıkamadığı sahte ve abartılmış bir cendere, belki de bir hapishane aslında. Jules yedinci bölümdeki kulüp sahnesiyle bunu kırıyor, kendisinin deneyimini ve hepimizin ona dair düşündüğü şeyi bambaşka bir yere çeviriyor. 

Efsane bir bölüm bu. 

Jules ve Rue arasında gelişen aşk da bu bölümle ve özellikle bu sahneyle birlikte başka bir forma geçiyor. Ve form dediğimiz şey yok aslında. Çağımızda özellikle bu kuşakta doğanlar arasında bedeni sadece biyolojiye, sadece penis ve vajinaya, seksi eş ya da karşıt sadece ikili cinsiyete indirmenin ne kadar 20’inci yüzyıl olduğunu ağzımızın ortasına çarpıyor. 

Cinsiyet ve seksin sadece kadınlık ve erkeklik, kadınlık ve erkekliğin de sadece penis ve vajinaya indirgenerek tartışıldığı bu dönemde aslında cinsellik o kadar akışkan ve sınırsız bir şey ki.

İsteyen istediğiyle, istediği bedende, başka bir bedenle ya da cinsel kimlikle beraber olabilir ya da bunların hiçbiri olmaz. Kişinin kendisi ve kendi deneyimi belirleyebilir sadece bunu. Seks için nasıl bu böyleyse aşk için de öyle. Işıklar yanıp sönerken Jules bir kadınla beraber olan trans bir kadın da olabilir, Rue’ya aşık da olabilir hatta o ışıklar değiştikçe en nefret ettiği insan olan Nate de karşısına gelebilir ve onu da arzulayabilir. Ona karşı arzusundan da korkmaz Jules. O sadece arzusunda vardır ve Jules’un arzuladığı yerde Nate en az onun kadar makyajlı ve onun istediği kırılganlıktadır. Jules sonunda arzusuna da sahip çıktığını gösterir bize.

Euphoria harikulade bir atmosfer yaratarak yepyeni bir kuşağın tüm sırlarını aralamaya çalışıyor. Ve bu neredeyse karanlık bir müzikal gibi. Müziğin artık her an taşınabilir olduğu bir yerde bu gençlerin hayatının her anına içinde her şey olan bir soundtrack eşlik ediyor. Spotify’da var, dinleyebilirsiniz.  

Euphoria son iki bölümüyle ve finaliyle cinsiyet ve kimliğe dair her şeyi baştan yazıyor yepyeni bir kapı açıyor. Özellikle final kısmı bu müzikalin ana akım televizyon dizilerinden farklı olduğunu gösteriyor. Rue’nun da eksik hikayesini ona şarkı söyleterek, onu insanlardan oluşan bir dansçı yığınının üstüne tırmandırarak yapıyor. Hepsinden daha güçlü ve daha başka bir yere koyuyor onu.

Bir gençlik dizisindeki bir karakteri, insanların bedenlerine karşı atıp tutan, onları ötekileştiren, yok etmeye ya da bir gruba dahil etmemeye çalışan tüm entelektüel yobaz mürebbiyelerden daha çok ciddiye alıyorum. Gerçekten. Öbür tarafın ciddiye alınacak bir yanı yok zaten. Ama dilleri zehirli ve sadece can acıtıyorlar. Bilmedikleri ve hakkında konuştukları bir şeyin ne kadar kırılgan olabileceğinin farkında değiller. Ve üstelik bunu yapanlar kadın ve feminist. Yazık. 

Bir bitemediler yani. Penisler ve vajinalarla kurdukları heteroseksüel dünyadan insanların üstüne ahkam kesmeleri bir bitemedi. Kadını erkeği, ikili cinsiyetin dayattıklarından çekmediği kalmadı bu insanların. 

Kadınım diyen kadındır, erkeğim diyen erkektir, ben trans sürecime önem veriyorum ve meselem bu diyen transtır. Ya da kendini herhangi bir cinsel kimliğe ait hissetmeyen de istediği yerde duruyordur. Kimse kendi yaşamadığı bir deneyim üzerinden başkasını değerlendiremez. 

Elinizi transların bedeninden çekin!

 

Not:  Bu sene ikincisi düzenlenecek Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’ne Euphoria’nın senaristi ve İsrail versiyonunun yönetmenlerinden biri de olan Dafna Lavin de konuşmacı olarak katılacak. Bu konuyu burada bırakmayıp eğer fırsat olursa Lavin’le de yarattığı bu dünya üzerine konuşmak istiyorum. Yazısını burada okuyabilir 2. Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’nin ön programına ise şuradan bakabilirsiniz.



YİĞİT KARAAHMET



YORUMLAR




DİĞER HABERLER