Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Bir terapistin banka defteri

Terapiye başladığınız ilk seansta terapistiniz size genel işleyiş hakkında bilgilendirmede bulunur. Sizin yapacaklarınız basittir aslında. Her hafta (ya da sizin terapiniz hangi sıklıktaysa o sürede) o saatte geçerli bir mazeretiniz yoksa orada olmanız gerekir. Terapiye gitmeye kendiniz karar vermek zorundasınızdır, bir başkası sizin adınıza bu kararı veremez. Aynı şekilde ücreti de siz ödemelisiniz, başka birinin sizin adınıza ödemesini kabul etmezler. Ve bu yolculuk için hazır olmanız gerekir. 

Bir de terapistin sorumluluğu vardır. İlk seansta size etik kurallardan bahseder. Konuşulacak her şey o odada iki kişi arasında kalacaktır. Sadece iki durum bu istisnayı bozar. Kendinize ya da bir başkasına zarar verme ihtimaliniz varsa, terapistiniz bu durumu bildirmek zorundadır. Sarhoş ya da kafanız iyi terapiye gelemezsiniz, terapist eğer bunu fark ederse seansı keseceğini söyler. Bu kadar. Bu karşılıklı anlaşma ilk seansta yapıldıktan sonra terapiniz başlar. 

Benim terapim yaklaşık iki buçuk yıldır sürüyor. Pandemi sırasında bir ara verdik, daha sonra yakın zamanda tekrar başlamak istedim. Yine aynı etik kuralları sıraladıktan sonra devam etmeye karar verdik. Bu kuralların ne kadar önemli olduğunu terapi alanlar bilir. Kendinize ait en önemli şeyleri, farkında olduklarınızı ya da olmadıklarınızı, hiç tanımadığınız birine anlatmak için orada bulunuyorsunuz. Müthiş savunmasız, tüm defansınızın yerle bir olduğu ve kendinize en yakın olduğunuz zamanlar bunlar. Karşılıklı bir güven ilişkisi olmazsa eğer bunun yürümesi pek de mümkün değil. Tüm temel dinamik bu güven üzerine kuruludur. 

Terapistim beni tanıyor mesela. Beni tanıyor ama anlattıklarım kadarıyla biliyor. İşimi biliyor çünkü anlatıyorum, işime bakışımı biliyor bunu da anlatıyorum ama mesela herhangi bir yazımı özel olarak okudu mu ya da beni hiç google’ladı mı bilmiyorum. Bilmek ister miydim? Tabii ki. Soruyor muyum hayır. Çünkü bir cevap vereceğini sanmıyorum artık. Bunun yanı sıra ben mesela onu hiç tanımıyorum. Stalk’ların kraliçesi olmama ve terapistimi defalarca stalklamama rağmen hakkında hiçbir bilgiye sahip değilim. Tek bir fotoğrafı var, tüm sosyal medya profilleri sımsıkı kapalı ve asla güncellenmiyor. Bir süre sonra bunu araştırmaktan da vazgeçtim ve bu durumun konforunu yaşamaya karar verdim. Terapistimin sosyal hayatını merak etmek yerine her hafta aynı gün aynı saatte olmam gereken yerde bulunmak, beni iki buçuk yıldır her buluşmamızda hemen hemen aynı cümlelerle karşılaması, rutin olarak aynı şeyi yaptığım biri olarak hayatımda olması bana daha iyi geldi. Bana sorarsanız zaten terapinin en iyi şeylerinden birinin bu olduğunu söyleyebilirim: Karşınızdakini asla tanımak zorunda, ‘Eee, şimdi de sen anlat. Sen de ne var ne yok?’ demek zorunda değilsiniz.

Terapi benim hayatıma girdiği gibi aynı şekilde Türk izleyicisinin de hayatına girdi. Tv8‘de yayınlanan Kırmızı Oda dizisi bir terapi kliniğinde yaşananları yaklaşık dört terapi seansı uzunluğundaki süresi boyunca Türk izleyicisine anlatmaya çalışıyor. 

İlk bölümünü izledikten ve kendi terapi deneyimimi düşündükten sonra dehşete düştüğümü söylemeliyim.

Kırmızı Oda, kendisi de bir psikiyatr olan Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitaplarından uyarlanmış dizilerden birisi. Şu anki televizyon ekranlarımızı biraz kurcalarsak Kırmızı Oda’dan başka Doğduğun Ev Kaderindir, Masumlar Apartmanı gibi dizilerin de Budayıcıoğlu’nun kitaplarından uyarlanmış olduğunu görüyoruz. Terapi kavramını Türk izleyicisiyle ilk kez tanıştıran İstanbullu Gelin dizisi de yine aynı doktor hanımın gerçek olaylara dayanan hikayelerinden biriydi. Valla ne diyeyim? Freud bile terapiden bu kadar para kazanmamıştır herhalde. 

Tüm bu diziler bir kere her şeyden önce başta da yazdığım gibi terapinin ana özelliği olması gereken karşılıklı güven ilişkisini yerle bir ediyor. Güvendiğiniz ve hayatınızın kendinizin bile bilmediğiniz yönlerini paylaştığınız doktorunuz bu seanslar sırasında tuttuğu notları önce kitaplaştırıyor sonra da yetmiyor onları milyonların karşısına prime time’da çıkan bir şova dönüştürüyor. Düşünsenize siz başlı başına zaten zor bir süreç olan terapiyi göze almışsınız, para ve zaman ayırıp gitmişsiniz, en mahrem şeylerinizi anlatıyorsunuz meğer o sırada karşınızda oturan terapistiniz parasını verip satın aldığınız zamanını tamamen size ayırmak yerine kafasından sizi nasıl bir karaktere dönüştüreceğini kuruyor. Utanç verici. Peki nerede etik? Nerede danışan-danışılan arasındaki gizlilik anlaşması?

Terapistim benden bir roman ya da dizi karakteri, anlattıklarımdan bir prime time draması, kişiliğimden bir senaryo çıkarsa ne derdim acaba? Empati kurduğumda bunu asla istemeyeceğimi biliyorum. Değil benden bir karakter yaratması benden esinlenmesini bile istemem. Bana sorsa hayır derim, es kaza böyle bir şeyle karşılaşmış olursam da bundan müthiş bir rahatsızlık duyarım. Kendimi son derece aldatılmış ve oynanmış hissederim. Peki Budayıcıoğlu’nun kliniğine bu zamana kadar danışan olarak başvurmuş, karakterlerinde kendilerinden bir şey sezen danışanları ne hissediyordur? Dizilerden gördüğümüz kadarıyla çoğu yoksul bu insanlar, ya da bırakalım ekonomik düzeylerini, her biri pek çok travmadan gelen bu insanlar şu anda aldatılmış, zamanı çalınmış değil mi? Hepsi SGK’larının karşıladığı bir miktarla bu kliniğe başvurmuş, günün sonunda meselelerini hallettiklerini sanarlarken aslında halledilen tek şey belli ki şu: Travmaları doktorlarının banka hesabına her hafta farklı kanallardan tıkır tıkır yatan bol sıfırlı ücretlere dönüşmüş. Açık söyleyeyim bence bu hanımın ünvanı elinden alınmalı, bir daha terapi seansına doktor olarak sokulmamalı. Terapinin güven ilkesini çok para uğruna satmakla bir kanser hastasını plasebo ilaçla kandırmak arasında pek bir fark göremiyorum ben.

Ama eminim ki bir yandan da bu kadar zeki, danışanları seanslar boyunca karaktere dönüştürmek için bu kadar mesai harcayan biri bunun da bir yolunu bulmuştur. Karakterler esinlenmiştir ve drama gereği hikayeleri abartılmıştır diyeceklerdir. O zaman bu dizilerin açılış jeneriğinde ve tanıtımlarında ısrarla vurgulanan, diziyi izleyiciye satmak için mutlaka gerekli bir pazarlama unsuru olarak sunulan ‘gerçek bir hikayeden’ uyarlanmıştır ibaresi ne olacak? 

Ben istemem terapistimin gelecekteki kariyerinin benim ya da bana hizmet sağladığı mesleği üzerinden ilerlemesini. İlk seansta bana, “Ben ileride bir roman yazmayı düşünüyorum,” diye bir bilgi vermeli ben de buna göre karar vermeliyim. Dedik ya hani temel ilkemiz güven en başta. Böyle bir bilgi bana gelse diyeceğim şey muhtemelen “Teşekkürler o zaman ben edebiyatta kariyer yapmayı düşünmeyen bir terapist bulayım,” olurdu büyük ihtimalle.

Bunun yanı sıra Kırmızı Oda’da terapi seanslarının işleyişine dair verilen bilgilerde de büyük sorunlar var bence. Budayıcıoğlu büyük ihtimalle zamanını hasta hikayelerini toparlamakla harcadığı için diziyi bir senaryo ekibi yazıyor. Bari oralarda biraz yardımcı olsaymış da düzgün bir kaç terapi sahnesi görebilseymişiz. Senaryo ekibi hayatında terapi odasına pek girmemiş, bir terapistle pek de zaman geçirmemiş gibi görünüyor.

Dizideki baş terapist Hocaanım’ı Binnur Kaya canlandırıyor ve komedi oyuncusu olarak ilerlettiği kariyerindeki bu mimiğini asla saklayamayan yüz ifadesini, dudaklarını yiye yiye konuşmasını ve abartılı beden dilini terapist Hocaanım’a da epey geçirmiş. Danışanın dramı Hocaanım’ın da dramı oluveriyor bir anda. Bol bol beden teması, karşılıklı sarılmalar, göz yaşları içinde ilerleyen terapi seansları görüyoruz. İş terapiden çıkıyor, bir kabul gününde kahve çay eşliğinde dertleşmeye dönüyor.

Gerçek terapi seanslarında böyle bir şey olmuyor. Terapistimiz genelde hep mesafeli, konuya direkt müdahale etmek yerine onun için alan oluşturarak ve meseleyi kendinizin anlayabileceği bir şekilde ilerliyor. Dizinin ilk bölümünde çok komik bir replik vardı Hocaanım’dan gelen; travmalardan intihara sürüklenmiş karakterine “Gelin biraz sohbet edelim,” diyor. Ne alaka? Sohbet etmek istesem sana niye geleyim, arkadaşlarıma giderim. Ve benim über travmam senin sohbet konun mu, tedavi etmen gereken konun mu? Dizi konun olduğu ise çok açık, zaten izliyoruz. Hocaanım sohbet onayını alınca birer çay söylüyor, seansın ortasında sekreter odaya kahveler çaylar taşıyor. İsterseniz baş başa yemeğe de çıkalım orada da biraz dertleşiriz. 

Faydasından çok zararı olacağını düşünüyorum Kırmızı Oda’daki terapi sahnelerinin. Es kaza bu diziyi izleyen ve bir terapistten randevu alacak bir danışan terapistiyle ilk karşılaştığında dizide gördüğü terapistin davranışını beklemez mi? En derin travmasının daha ilk seansta açılacağını ve işin kolayca halledilebileceğini düşünmez mi? Normal bir seansta öyle olmayacak. Epey zamanı var danışanın o konuya mesafe kazanıp terapiste anlatabilmesinin. Gerçek bir seansta, durum böyle gerçekleşmediğinde danışan terapistinin yeterliliğini sorgulamaya başlamaz mı? 

Kendi ara verdiğim terapi seanslarıma dönmeden önce birden bire The Sopranos’un tüm sezonlarını bir kere daha izlemeye başladım durup dururken. Tarihin en iyi draması bana kalırsa. Daha önce iki kere daha izlemiştim hatta onlardan birini buraya yazmıştım. Ne tesadüf ki bu yeni izleme kendi terapiye dönüş kararımın hemen öncesinde gerçekleşti, şu anda dördüncü sezonu bitirmek üzereyim. Acaba bilinçaltım bana hangi karakteri ve hangi sahneleri izletmek istiyor olabilirdi? Terapi böyle bir şey işte bir süre sonra bazı hareketlerinizi anlamlandırmaya başlıyorsunuz. Hayatı binbir türlü şiddet, vandallık, maçoluk dolu bir ortamda panik ataklar ve kronik depresyonda ilerleyen Tony Soprano, Dr. Jennifer Melfi’nin ofisinde kendini ifade etmeye çalışıyordu. Tüm bu kaosun ortasında Dr. Melfi’nin terapi odası Tony’nin kendisi için açtığı bir nefes odası olarak veriliyordu. Tarihin en iyi terapi sahnelerinin Sopranos’ta olduğunu düşünüyorum. Tony burada içindeki şiddet eğiliminin kökenini, aşık olduğu kadınların annesiyle olan benzerliğini ve nasıl bu canavara döndüğünü anlıyor. Ve izleyiciye gerçek bir danışan-terapist ilişkisinin nasıl olması gerektiğini gösteriyor. 

O da bir televizyon şovu, bu da bir televizyon şovu. Ve hiç kimsenin The Sopranos’ta bir etik ihlali aradığını sanmıyorum. Hiç kimse abartılı dramı bu gerçek hikayedir diye gözümüze sokmuyor. Hangisi daha faydalı diye düşünmeden edemiyorum.

Sopranos’u izlemeye başladığımda eş zamanlı terapiye de geri dönmeye karar verdim. Terapistimde Dr. Melfi’yi mi arıyorum? Bu hafta çarşamba saat 12’de bunu konuşacağımızı bilmiyor ama beni beklediğini biliyorum. Ve hakkımda bir roman yazmayacağını da… 

 

YİĞİT KARAAHMET



YORUMLAR




DİĞER HABERLER