Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
20. yılında The Sopranos

The Sopranos’un yayınlanmaya başladığı ilk günden (10 Ocak 1999) bu yana 20 yıl geçtiğini duyduğumda inanamadım buna. Hani bir akraba çocuğuyla karşılaşırsınız da onu en son gördüğünüzde altına işiyor ve bezle geziyordur ama aradan geçen seneler sonrasında karşınıza geldiğinde artık kazık kadar bir adam olmuştur, üniversiteye gidiyordur mesela.

Öyle bir şaşkınlık hali.

Basit bir hesapla The Sopranos ben üniversite için İstanbul’a ilk geldiğim yıl mı yayınlanmış yani? (Lütfen burada bir matematik hesabı yaparak yaşımı ortaya çıkarmayın. Bu da yeni korkum, herkes yaşımı hesaplamaya çalışıyor gibi hissediyorum. Bu tarihi, yazı daha da dramatik olsun diye veriyorum, öyle düşünün).

Bir de tam yeni yıl sonrası patlayan #10yearschallenge üstüne geldi bu bilgi. 10 sene öncesine ait taş fotoğraflarımızı şimdinin yeni taş fotoğraflarıyla kıyasladığımız, türbanlıların açık fotoğraflarını özgürleşme etiketiyle paylaştığı bu süreçte The Sopranos’la da bir 20 yıllık challenge’a girdim. Bu geçen sürede Tony Soprano’yu oynayan James Gandolfini artık hayatta değil, hayatımıza Carmela Soprano olarak giren Edie Falco bu rolü de yenmeyi başarıp sonra hemşire Jackie oldu ve peş peşe aldığı rollerle hepsinde bir öncekinin üstüne çıkmayı başardı. Çok kalabalık bir ekip olan The Sopranos serisinin tüm oyuncularının gelişimlerini takip etmek çok zor ama mesela o role özel bir ekran aşkı duyduğum Christopher Moltisanti’yi oynayan Michael Imperioli artık biraz yaşlanmış haliyle arada bir beliriveriyor (Mesela en son bir başka çok iyi dizi olan Escape at Dannemora’da savcı olarak çıktı karşımıza).

 Christopher Moltisanti’yi oynayan Michael Imperioli dizi boyunca fosur fosur içti. Biz blurlemeyelim şimdi fotoğrafı ama siz de sigara içmeyin.

Özellikle Netflix’in hayatımıza dahil olması daha sonra da hayatımızı ele geçirmesinin ardından pek çok özel dizi girdi yaşamlarımıza. Dönemlerine göre hepsinin bir anlamı var ama aradan geçen zamanla birlikte nasıl hatırlanacaklarını çok merak ediyorum. Game of Thrones mesela şu an bir efsane ama bir kaç on yıl sonra efekt dünyası aşırı ilerleyip, izlenme alışkanlıkları değiştikten sonra ilk izlediğimiz yılları nasıl hatırlayacağız mesela? Aynı etkiyi hissedebilecek miyiz acaba?

The Sopranos’un tüm sezonlarını izleyip bitirdiğim o yazı hala unutamıyorum. Etkisi hiç geçmedi. Hayatımın bazı dönemlerini bazı sanat eserleriyle hatırlıyorum, o yaz da bunlardan biri. Ergenken hiç arkadaşımın olmadığı bir yazı Suç ve Ceza ve Madame Bovary okuyarak geçirmiştim. Benim için 15’inci yaşımın yaz tatili bu iki kitaptır.

Annemi kaybetmeden önce  beraber çıktığımız son yaz tatilinde, Bodrum’da, uzaklardan denizin göründüğü ve bizim o denize nasıl gideceğimiz hakkında hiçbir fikrimiz olmadığı bir yazlık evde annem içeride uyurken Anna Karenina’yı bitirmiştim. O yazın hiçbir anısını asla unutamayacağım gibi içine harika bir klasik sığdırdırmış olmakla da hatırlayacağım kendisini.

The Sopranos’u bitirdiğim yaz da böyle belirgin hala. Yılları rakamsal ve spesifik olarak hatırlamakta hep zorlanırım, o yılı da net olarak hatırlamıyorum ama ya 2010 ya da 2011 olmalı. Henüz şimdiki haliyle Netflix yoktu, diziler bize onları hap gibi sezon sezon yutmamız için verilmezdi. Dizipub’lar, dizimax’ler de o kadar yaygın değildi. Nişantaşı pasajlarında ya da Beyoğlu’nda dürümcülerin üçüncü katındaki gizli odalarda korsan DVD’ler alır ve CD’leri birbirimizle değiştirirdik.

Hayatımın en bitik, en yenik, kendimi en looser hissettiğim dönemlerinden biriydi. Tepebaşı’nda bir eve yeni taşınmıştım, hiç param yoktu, çalışmak istemiyordum. Punk geri dönmüştü. Çok az temizlik yapıyor, sadece junk yiyerek besleniyordum. Geceleri partiliyor, gündüzleri de bir an önce gece olmasını beklemek için evde oturuyordum. İşte o yaz uzun süredir ertelediğim The Sopranos’u izlemeye karar verdim. Altı sezonu birden peş peşe. Yatakodam Kasımpaşa sırtlarından Haliç’e bakıyordu, akşam gün batımında evin için sera gibi sıcak oluyor ve ışıkla doluyordu. Yatağım yerdeydi ve hiçbir zaman toplanmazdı. Ve tüm gün o yataktan hiç çıkmadan, sadece tam karşımdaki minareden gelen ezan sesi evin içine patlayınca günde beş kere salona geçerek, The Sopranos’u ilk bölümünden itibaren izlemeye başladım. Her gün en az dört bölüm, bazen duruma göre altı bölüm. Geceleri doğal olarak kalaşnikoflu adamlar tarafından kovalandığım, hep birilerinden kaçıp saklandığım rüyalar görüyordum. Böyle böyle altı sezonu bitirmiştim.

Çok iyiydi. Gerçekten. Çok iyi.

Bir mafya ve şiddet dizisinin benim için neden bu kadar özel olduğunu ve onu neden bu kadar sevdiğimi bilmiyorum. Şiddetin günlük hayat gerçeği olarak normalize edilmesi ve işler bittikten sonra herkesin evine, ailesine dönmesinin yanı sıra aynı zamanda ailenin insanın kendi seçtiği ve sadakatle bağlandığı insanlar topluluğu olduğunu göstermesi mi? Öyle ki her iki ailede de tutulmayan sözler, dibine kadar şiddet ile sadakat ve bağlılık eşit derecede önemliydi.

Tony. Havuz. Ördekler. Panik atak.

Ama aradan geçen bu kadar zamandan sonra baktığımda The Sopranos’u bu kadar özelleştiren şey ise terapist sahneleri bence. Dizinin alamet-i farika’sı bu fikirdi. Onu diğer dizilerden ayıran şeyi ilk bölümde izlediğimiz o sıradışı olay, yani bir mafya lideri olan Tony Soprano’nun havuzuna giren ördekleri gördüğünde bayılması ve panik ataklar geçirerek terapiste gitmeye başlaması olarak görüyorum.

Biz izleyici olarak tüm hikayeyi biliyoruz, karakterlerle takip ediyoruz, geniş oyuncu kadrosunun tüm dinamiklerini biliyoruz. Ama her bölümde Tony Soprano ve terapisti Dr. Jennifer Melfi (muhteşem Lorraine Bracco) bir odaya kapanıyor ve Tony’nin panik ataklarını çözmeye çalışıyor. Terapist-hasta ilişkisi nedeniyle her şey çok ince bir iple bağlı. Tony terapistine de yalanlar söylüyor -söylemek zorunda-, Dr. Melfi ondan hem korkuyor hem de onu içten içe arzuluyor, rüyalarında görüyor. Carmela’nın Tony’nin terapiste gittiğini ve terapistin kadın olduğunu öğrendiğindeki şaşkınlığını hepimiz çok iyi anlayabiliyoruz çünkü bu kadar güçlü, vandal ve ters bir adamın açılmak için bir kadını seçmesi akıl almaz bir olay.

Tony'nin terapistiyle ilişkisinde de tutulmayan sözler, dibine kadar şiddet ile sadakat ve bağlılık eşit derecede önemliydi.

Ekran başındaki hayatlarımıza terapi ve terapist kavramları ilk ve en iyi şekliyle The Sopranos’la girdi (Bir de In Treatment var ki o zaten sadece terapi seanslarından oluşur).

Şiddet unsuru hiç sakınmadan gayet cömertçe bir dozda kullanılmıştı The Sopranos’ta. Ama tüm bu epik şiddetin içinde herhalde en unutulmaz olanı Adriana La Cerva’nın (Drea de Matteo) öldürülmesiydi. Dizinin fan’larının ilk günden beri favori karakterlerinden olan Adriana’nın kurtulmasını hepimiz çok istedik ama olamadı. Bu ölüm dizinin temel dinamiğini de en iyi anlatan sahnelerden biridir bence. Çünkü biz bu mafya ailesini izledikçe onlara bir tür sempati duyuyorduk garip bir şekilde. Tüm cinayetler, işlenen suçlar, eli kanlı adamlar bir şekilde normal hatta komik gelmeye başlıyordu. Ta ki Adriana’nın ölümüne kadar. Bu cinayetle beraber aslında bu insanların gerçek yüzünü anladık. Şovun yaratıcısı David Chase bu bölümle beraber bence kadınların sessizliğinin de aslında bıçağı alıp birine saplamaktan pek bir farkı olmadığını gösteriyordu bize. Andrea’nın ölümünün ardından bölüm, Carmela’nın yeni başlamayı planladığı kariyeri için Tony’ye ağaç evleri göstermesiyle sonlanıyordu. Carmela da aslında bir başka yılan yani sustuğu için dilsiz şeytan.

Adriana'nın ölümü karakterlerin gerçek yüzünü gösteren bir uyanma noktasıydı.

The Sopranos pek çok harika anın ardından final sahnesiyle de bu zamana kadar yapılmış en güzel kapanışlardan birini yaptı. Finali çok tartışıldı hala da tartılışılmaya devam ediyor. Bir yemek masasında gördük en son çekirdek aileyi. Restoranın kapısı açılıp kapanıyor ve her açılışta Tony’nin yüzüne kesiyor kamera. Bir yandan da mönüden yemek seçmeye devam ediyorlar. Tony’nin sonu biz izleyiciye bırakıldı ve herkesin kendi fikri var. Ama dizinin fan’ları bunu tartışmaya hala devam ediyor. Kimi yetersiz buldu bu finali, kimi de benim gibi muhteşem bir kapanış olarak görüyor.

Ve final...

The Sopranos 20 yıllık geçmişinde bende hala o çok özel yerini koruyor. Sanırım Six Feet Under ve Med Man’le beraber en sevdiğim bir kaç televizyon olayından biridir. Aradan geçen bu kadar zamandan sonra hislerim hala karışık. Hem öyle altı sezon gömdüğüm bir yaz geçirdiğim için çok mutluyum hem de bazen keşke izlemeseydim de şimdi sıfırdan başlasaydım ne kadar iyi olurdu acaba diye düşünüyorum. Ve bu 20’inci yıl için kendi kendime bir söz verdim. İlk fırsat bulduğumda her şeyi bir yana bırakıp The Sopranos’u bu sene tekrar izleyeceğim. Baştan sona… Bütün bir yazımı buna adayacak kadar boş hissetmiyorum kendimi ama o kadar yüklenmeden aralıklarla tekrar bakmak istiyorum. Bakalım bu aradan geçen zamanda bende o yaz uyandırdığı hisler değişmiş mi? Acaba ben hala aynı kişi miyim? Bu da benim #20yearschallenge’ım olsun.

Ve The Sopranos’un 20 yılı da  tüm fan’ları adına kutlu olsun. Bu diziyi bu kadar çok seven insanlar olarak ortak bir noktada buluştuğumuza inanıyorum. James Gandolfini, bizim seksi şişmanımız… Seni de çok seviyor ve özlüyoruz.

 

Not: Meraklısı ve sevenleri için Vanity Fair dergisi An Oral History of the Sopranos dosyasında tüm cast’ı sayfalar dolusu konuşturdu. Şuradan okuyabilirsiniz.  

Vanity Fair için fotoğrafı çeken Annie Leibowitz.

 

YİĞİT KARAAHMET



YORUMLAR




DİĞER HABERLER