Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Yeşil Deniz’in acemi balıkları


Yeşil Deniz’in balıkları, hayatın acemisi en başta. Herkes gibi aslında... Hayatın getirdikleriyle baş etmek için gizli formülleri, karşılaştıkları “son derece sıradışı hadiselerin” çarpıp düşeceği çelikten zırhları, hırslı ve “karizmatik” bakışları yok. Çoğu zaman, sudan çıkmış balık gibi, hayatı algılamaya çalışır gibi bakıyorlar. Zümrüt’ün İsmail’in kalbinde gördüğü o mahzun çocuk gibi... Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar önce, sonra ellerindekilere bakıyorlar, ne yapılabilir diye. Girecekleri yolun sonunu önceden görmek gibi bir takıntıları yok. Kim görebilir ki hem? 13. bölümde, Radyocu İsmail, “Bir yola çıkılır bazen,” diyor. “Bir yere varmayı hedefler yolcu. Ama sonra bir şey olur. Varmak dediğin şey anlamını yitirir bazen...” Yeşil Deniz, varmayı hedeflemediği, bizatihi yolun güzelliklerinden beslendiği için belki, yolda kervanına kattığı pek çok seyirci vardır eminim benim gibi. Olacaktır da paylaştıkça yoldan heybesine doldurduğu güzellikleri.

Altüst olan hayatlar, daha önce kimsenin dokunmadığı (!) bir gerçeği, daha önce kimsenin bakmadığı (!) bir açıdan anlatmayı iddia eden “büyük” bir hikâye, devasa ve zincirleme intikam planları yok Yeşil Deniz’de. Herkes kadar düşüyor ve herkes gibi kalkıyor karakterler, şarkının dediği gibi: “Çünkü olağan yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkmak...”(Bu da benim isteğim olsun mu Radyocu İsmail’den, insanın düşmesini felaket sayan hacıyatmazlara?) Evet, bol bol intikam var aslında Yeşil Deniz’de ama “kin”den arınmış, çocuk oyunlarının saflığında, karşısındakine zarar vermeyi aklının ucundan dahi geçirmeyen tatlı intikam oyunları bunlar. Hem alan hem veren ama yenişemeyen çocuklar gibi...

90’lı yıllarda geçen bir dönem hikâyesi Yeşil Deniz. Ama dönem dizisi olduğunu her fırsatta yüzünüze vuran bir iş değil. Öyle “bakın biz dönem dizisi yapıyoz, görüyon mu ne şahane dekor yaptık, hey gidi hey anlamamışındır belki bak bu doksanlar işte, doksanlarda şu da vardı, dur dur belki görmemişindir, doksanların vazgeçilmezlerinden biri bak tam şu noktada, daha yakından çekelim dur,” demiyorlar mesela. Bu öyle şahane ki... Zamanı unutturan, zamanın neresinde olursanız olun hep yaşanacak, insanın zamansız ruhuna dair hikâyeler anlatıyorlar çünkü kendi hallerinde. (Sanat yönetmeni Hüsamettin Demirci, daha evvel Leyla ile Mecnun’da da incecik detayları, kendi sanatını gösterme çabasından ziyade yalnızca hikâyeye hizmet edecek şekilde yerleştiriverirdi sahneye. Takım oyunlarında şahsi oynamayanlar ne güzel insanlardır!)

Hatalar yapan inandırıcı karakterler var bu hikâyede. “Kötü” karakterler değil. Her insanda illaki bulunan bencillik Yeşil Deniz’in balıklarında da var. Ve her bölümde hayatla mücadele ettikleri kadar, kendi bencillikleriyle de mücadele ediyorlar aslında.

Çoğu zaman karikatürize -daha iyi bir ifade bulamadığım için kullanıyorum bunu, insanlar genel manada “inandırıcı olmayan” demek için kullanır, benim öyle bir niyetim yok- halleri var karakterlerin. Belki biraz absürt. Ama bu, karakterlerin inandırıcılığını zedelemek bir yana, onlara lezzet katıyor ve hatta inandırıcılıklarına yeni bir boyut katıyor. Çünkü “gerçek”ten uzaklaşsalar da insanın özüne tutunuyor ve böylece inandırıcılıktan uzaklaşmıyorlar.

Müezzin Cemil diye bir karakter var mesela. Bir bölümde, kendince hiç olmayacak birine âşık oluyor. Bir ara şadırvanda buluyor kendini. Yanına gelen Ersin’e diyor ki, “Valla kaç zamandır abdest alıyom, bilmiyom ama içimdeki ateş sönmüyor...” Aşk acısını abdestle geçirmeye çalışmak, ne tatlı bir çaresizliktir... Öyle bir doğallıkla, öyle inanarak, öyle içtenlikle söylüyor ki bunu, içindeki ateşten bir kıvılcım sıçrıyor izleyenin üzerine ve tam da başparmak ile işaret parmağı arasındaki o çok acıyan perdeye yapışıveriyor.

Fakat bu denizin kıyısına ben en çok çeken, “şehirli” karakterin hikâyedeki yeri. Kendimi bildim bileli, en azından görsel olarak anlatılan bütün taşra hikâyelerinin hep “şehirli” bir karakter merkezinde geliştiğini gördüm. Hani sanki şehirden biri o taşra kasabasına gitmese anlatılacak bir hikâye çıkmayacakmış gibi... O hikâyeyi değerli kılan da şehirmiş gibi... Ve elbette çoğu kez hikâye bu şehirli karakterin gözünden yahut onun ve onun gibilerin yargılarıyla anlatılırdı. Ama Yeşil Deniz’de öyle değil. Evet, şehirden gelen biri var. Ama tam da şehirli değil. Oraların kızı o da. Okumaya gidip dönmüş. Ama onun okumuşluğuyla kasabanın “cahilliği” zıtlığına yaslanılmıyor. Yeşil Deniz’in hikâyesi şehirli/okumuş karakterin algısıyla kasabalının algısı arasındaki çatışmadan doğmuyor ve hatta bir parçacık bile beslenmiyor. Zümrüt de Yeşil Ova’ya döndüğü andan itibaren kasabanın hikâyesine dahil oluyor hemen. Hani giyimi ve yöre ağzından farklı konuşması olmasa, şehrin izi kalmayacak... Ki çoğu zaman bu farklılıklara rağmen o izler, yeşil denizin dalgalarında siliniveriyor.

Onuncu bölümdü sanırım, hayatı yarım bir battaniyeye benzetiyordu İsmail radyoda. “Üstüne çekersin ayakların üşür, ayaklarına çekersin kolların üşür. Ne tarafa çekersen çek hep bi tarafın açıkta kalır,” diyordu. Evet, yarım bir battaniye hayat ama hayal de diğer yarısı onun. Yüreğimizin üşüyen yerlerine örttüğümüz hani... Bir hayali bir hikâyeye çeviren ve hani ben küçükken anneannemin odanın ortasına serip de kenarlarını dikmesi gibi ince ince dikerek yüreğimizin üstüne örten herkes var olsun. Ellerinize sağlık.

1 2
ENA
07/02/2015 19:06
ETİKETLER : ekranella , yerli dizi , yeşil deniz , trt1
YORUMLAR




DİĞER HABERLER