Ancak hikâyelere tutunarak yürüyebilen topal bir kalbim var. Baktığım her şeyde bir hikâye arıyorum. Bir şarkıda mesela. Paketin içinden çıkmıyor bazen, ben de onunla bir hikâye yaşıyorum hemen. Yeter ki sevmek isteyeyim. İlla bir bahane/hikâye çıkarırım bir yerlerden.
Ancak hikâyelerle avunan, ancak onlarla yatışan telaşlı bir kalbim var. O yüzden bir ucundan tuttuğum her hikâyeyi seviyorum. Sevmediğim kısımları olsa da seviyorum. Sevgide "ya hep ya hiç"çi değilim. Sevebileceğim her parçayı seviyorum. Bazen herkes saçma buluyor bunu. O parçanın hikâyesi heyecanlandırmıyor benden başkasını. Deli olduğumu bile düşünüyorlar bazen. Gerçi belki de öyleyimdir. Normal mi olaydım? Normalliğin bir hikâyesi yok ki. Bütün hikâyeler, normalin bozulmaya başladığı yerden doğan ırmaklar gibi.
Hikâyeler diyordum. Seviyorum işte. Dizileri de küçümseyenlerden değilim. Hep sevdim izlemeyi. Ne çok hikâye, ne çok duygu biriktirdim onlarla. Hem bence hayatla ilgili pek çok konuda alıştırma kitabı bile olabilir diziler. Bazen, hani çıkıp kendi içimizden, bizim bildiklerimizi hiç bilmeyenleri anlamak istersek, ya da bilmiyorken bir şeyleri, haksızlık etmek istemezsek başkalarına, dizilerin gözünü kullanabiliriz bence. Ama istemek lazım tabii.
Neyse, diyordum ki, yeter ki bir ufacık esinti de olsa ulaştırabilsin içime, yeter ki o hikâyeden minicik bir el, parmağının ucuyla da olsa dokunabilsin kalbime. Severim ben. Gülümserim. Tebessümümün bir hikâyesi olur. Ya da gözyaşımın.
Ama galiba en çok acemilikleri seviyorum ben hikâyelerde. Öyle, ne bileyim, beceriksizlikleri, ne yapacağını bilememe anlarını, bir şey yapıp sonra yaptığı şeye şaşıranları. Öyle kahraman kahraman dolananları değil de hayatla baş etmeye çalışanları ve bu çabalarından zorlaya zorlaya acı sağmayanları. Ama hani beceriksizlik derken, anlamışsınızdır zaten, o iğrenç becerememe mizahı değil kastettiğim. Doğada bulunduğu haliyle seviyorum beceriksizliği, kalemle kalınlaştırılmış, hormonlu halini değil...
Uzun zaman sonra, onu izleyeceğimi düşününce bile gülümsediğim bir dizi buldum. Hüzünlenebileceğimi ama bunun bir girdap gibi beni içine çekmeyeceğini bildiğim, güleceğimi ama gülerken hayattan bir şeylere temas edeceğimi düşündüğüm…
Yeşil Deniz de, düşününce gülümsediğim işlerin çoğu gibi ilk bölümden tutulduklarımdan değil. Tesadüfen bir parçasını gördüğüm, önce öylece durduğum, bir ısırık daha sonra yerimde hafifçe dikleştiğim, bir ısırık daha derken nasıl olduğunu anlamadan sevdiğim dizilerden...
Bir diziyi izlemek ve sevmek arasındaki fark da burada bence. İzlemek, karar verilerek yapılacak bir şey, sevmek bir süreç ve insan bir şeyi hep orta yerinden sevmeye başlıyor aslında. Belki Sedef-İsmail ikilisinden ziyade Zümrüt-İsmail ikilisine inanmam da bundan. Bir sürece şahit olduğumdan. Adım adım, ya da dilim dilim... Her lokmanın tadını çıkara çıkara. Aşkın insandaki yan etkilerini ağır çekimde görerek…
Sevgiye bir sebep arayanlardan olmadım hiçbir zaman. Ama bir iki bahsedince “Neden sevdin ki bu kadar?” diyenlere de bir cevap vermek icap ediyor. Çoğu kez “Ne bileyim, sevdim işte”ciyimdir. Yine de insan içten içe bir sorguluyor kendini. Sevgiyi öğelerine ayırmaya başlıyor. Bu, çoğu kez anlamdan uzaklaştırır insanı. Uzaklaştırmak yerine pekiştirdiği nadir vakalar da tebessümüne tebessüm katar ama. Yeşil Deniz’i sevmemi öğelerine ayırırken, aklıma gelenleri elimde gezdirdiğim deftere sıralarken öyle alakasız zamanlarda, her maddede “Evet ya,” dedim, bir sıcaklık aktı içime. Şöyle;