Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Siyah Yıldızların Altında

Şimdi fasülyenin faydalarına geliyoruz.

Geçirdiği metamorfoz ile Cohle bizi tuhaf, varoluşçu korku bağlamında asıl (b)ilgilendiren kişi. Sadece acımasızca nihilistik filozofisiyle değil, Deliliğin Ardındaki Dağları görmüş biri haliyle bile paslı Rust; yalanlar çarkında sırtımızın kademe kademe kırılmasına engel olmak için üremeyi bırakmalıyız diyen Ligotti gibi, insan bilincinin evrimdeki trajik bir hatalı adım olduğunu düşünür ve insanlığın üremeyi bırakarak, erkek ve kız kardeşler olarak el ele, son bir geceyarısına doğru yürüyüp yok olması gerektiğini söyler.

Dizinin montajda kırpılan anlarından birinde Reggie Ledoux, beyni dağılmadan hemen önce, Rust’a “Sen de Sarılar İçindeki Kral’ın bir rahibisin,” der. Gerçekten de o koca kara kaplı defteriyle Rust, girdiği her sorgu odasından, itiraf alarak, günah çıkartan bir rahip olarak çıkmaz mı?

Cohle ve Hart, gayet Ellroy'cu bir kankalık/rekabet ilişkisi içerisinde öyküye giriş yapıyor. Sahneyi taçlandıran da ayinsel ölümüyle Dora Lange...

Cohle okuyor:

"Gözlerimi kapadım ve ormandan geçen Sarılar İçindeki Kral'ı gördüm. Kral'ın çocukları işaretliydi. Onun melekleri oluyorlardı."

Pizzolatto güneybatı Louisiana’daki çocukluğunda Alan Moore ve Grant Morrison okuduğunu söyler. Ama o bunu söylemeden evvel de bizler o vistalara bakar ve o diyalogları dinlerken, “Pizzo, Alan Moore okumuş, hatta hastası olmuş,” dedik.

Morrison’ı es geçiyorum çünkü ahkâm kesecek enformasyona sahip değilim ama onun The Invisibles’ını okuyan, sarı peçeli bir kraldan tut, zaman ve varoluş üzerine benzer teoriler anlatan kahramanlarına kadar birçok benzerlik bulabilir.

Velâkin; Alan Moore dendiğinde benim için de akan sular durur. Çünkü o, çizgi roman/grafik roman veya en son ismiyle Ardışık Sanat’ın (Sequential Art) en esrarengiz ustalarından biri ve çizgi roman tarihinin bir numaralı yazarıdır. Watchmen, From Hell ve V for Vendetta gibi bu dalın en büyük işlerinden bazılarını ve bugün bildiğimiz haliyle Swamp Thing’i bir anarşist, okültist ve romancı olan Moore’a yaratmış ve tasarlamıştır. Tarihte Hugo ödülünü tek seferlik, “En İyi Başka Form” kategorisinde almış tek çizgi roman olan Watchmen bu güne dek ortaya çıkarılmış en muhteşem grafik romandır. Şemaların, özgür iradenin, simgelerin, insanın zaman algısının – düz bir çember? - Moore için büyük önemi vardır. Watchmen’de panellerin arka planları önem kazanır, ufak detaylar ileriye ve geriye dönük sinyaller verirler.

“Hepsini uydurdum, fakat her biri yine de gerçekleşti.”

-Psişik Robert Lees, From Hell

Bu ayak oyunlarının daha karanlık, daha sinsi türevlerini, zaman ve boyut – özellikle Gull’ın (ve Rust’ın) fikse olduğu Dördüncü Boyut – teorilerini Moore’un Karındeşen Jack’in hikâyesini anlattığı From Hell’de buluruz. Gull, cinayeti işlemeye giderken perdesi açık penceresinden bir adamla karşılaşır, evin duvarında, doğumundan kırk yıl öncesi olmasına rağmen Monroe’nun o ünlü fotoğrafı asılıdır, masada ise bir televizyon durmaktadır.

Çünkü zaman bir yanılsama, düz bir çemberdir ve ebedi tekerrür eder.

From Hell, daha ilk sayfalardan Jackie oğlanın kimliğini önümüze serer. Moore’un yapmak istediği katilin kimliğini bulmak değildir, Moore, bir şehrin bu cinayetlerdeki rolünü bize anlatır. Efsanevi katilimiz, bu muhteşem Ardışık Sanat eserinin bir o kadar efsanevi Dördüncü Bölüm’ünde at arabasına biner, arabacısına Londra’nın masonik ve okült tarihini, dehşetengiz açılarıyla saklı mimarisini anlatmaya koyulur ve Viktorya dönemi Londra’sını, ritüelistik cinayetlerini tasvir etmek için bir sunak taşı gibi kullanır.

Aynı; hikâyenin içinde Sarı Kral’ın ve dışında Nic-Cory-Adam’ın; saçların seyreldiği, çocukların kaybolduğu, suç mahallerinin ve eski kiliselerle, eski dinlerin çürüdüğü ve her şeyin eridiği Louisiana’yı kullandığı gibi.

“Reggie dedi ki, aşağılarda, güneyde bir yer varmış, bütün bu zengin heriflerin, iblise tapınmak için gittiği… Dedi ki orada, böyle, eski taşlar varmış ormanın içinde, insanlar da böyle, tapınmaya falan gidermiş.”

-Charlie Lange

Moore’un, Kubrick’in, Poe’nun hayallerinde tekrar tekrar karşımıza çıkan o maskeli, zengin kötüler.

Bu kez, arka plan – evet, güney Louisiana çok Katoliktir ve evet Louisiana bununla birlikte hâlâ voodoo’cudur - zaten maske takıp coşmayı adet edinmiş bir coğrafya. Afrika’lı diasporanın taşıdığı voodoo/hoodoo/vodoun günümüz Benin’i başta olmak üzere batı Afrika’dan ve Haiti’den, vakt-i zamanında bir Fransız kolonisi olan Louisiana’ya bu halk patikalarından gelir. Bugün, Louisiana voodoo’su, frankofon kültür ve Hristiyan’lığın azizleriyle füzyona girmiş bir inanış olarak, Batı Afrika’nın Vodun ya da Haiti’nin vodoun kozmolojisinden bazı unsurları yitirmiş biçimde, atalar ve ruhlarla olan bağlantılar yoluyla başkalarına hizmet etmek şeklinde uygulansa da ayinler kapalı kapılar ardında gerçekleştirilir ve bölge halkının inanç dünyasında halen etkilidir. Sarılar İçindeki Kral, kimsenin sahip çıkmadığı bu zavallı çocukların uğruna can verdikleri bir vodoun Loa’sı, kutsal ruhudur aynı zamanda. Düpedüz ormanlarda dolanan ve kurban talep eden Bakulu ya da Marinette-Bwa-Chech’in Pizzolatto versiyonudur.

İşte böyle bir kesişme noktasına kurmuştur Pizzolatto tezgâhını. Ve her biri kendi başına korku literatürünü ve sinemasını derinden etkilemiş bu akımlar/kültürlerden kendisine güzeller güzeli, efsanevi bir hikâye dokur.

Her yıl Şubat ayında kutlanan Mardi Gras karnavalının en karakteristik özelliklerinden biri de krewe’lerde ve kutlamalarda maske takmaktır. Poe’nun Masque of Red Death’inden (Kızıl Ölümün Maskesi), Marcel Schwob’un Le Roi au masque d'or ya da Altın Maskeli Kral (!) adlı kısa hikayesine ve Kubrick’in Eyes Wide Shut’ına dek uzanan, maskeli ve eli kanlı aristokratların yeşermesi için ne kadar da cazip bir habitattır bu!

Cohle’un bira kutularından başları yıldızlı beş adam figürü yapması, Dora’nın annesinin evindeki siyah, Cajun Mardi Gras kapüşonu takmış beş atlı fotoğrafı ve Hart’ın kızının odasındaki tüyler ürperten bir kadının etrafındaki - muhtemel tecavüzcü – beş erkek kompozisyonu bize bu gizli, ezoterik grubu işaret eden yol tabelaları olarak görünmüştür.

Errol Childress’in çevresindeki o saklı, nüfuz sahibi sapkınlar grubu, Sarı Kral’ın karanlık deliliğinin sadece takipçisi ve rahipleri değil, aynı zamanda ve belki de ilerideki sezonlarda kurcalanmak üzere duvardaki fotoğrafta bilinçli terkedilmiş gulyabanilerdir. Ama hiçbir zaman tekrar ziyaret edilmeyecek bile olsalar mesaj nettir; onlar hep oradadırlar ve sayıları sandığımızdan çoktur.

Sarılar İçindeki Kral, hikâye içindeki bir hikâyedir ve okuyanı delirtir, Tuttle’ın ayin kasedi de bu delirtici piyesten başka bir şey değildir. Önce Cohle’u, onun vasıtasıyla Hart’ı ve ikili vasıtasıyla da Geraci’yi delirtir ve bizler de oluktan döne döne Pizzolatto’nun ördüğü bu kurgusal kargaşaya doğru ineriz… Aynı Rust’ın da; nihayet ve bin bir korku ile Alice misali, Carcosa’ya giriş yaptığı; ve bir zamanlar durup da, dallardan örülü, ortasındaki deliğin boşluğun içine baktığı çalı-çırpıdan düz bir çember formundaki sembol gibi.

Bu şüpheli karanlıklarda ana protagonistlerimiz bile bize peri masallarındaki güvenceyi verecek gibi değillerdir, onların bile bakışı bulanık, hikâyeleri tereddüte düşüren cinstendir. Bizim deliliğimiz de buydu işte. Katil, birkaç bölüm öncesine kadar Cohle veya Hart olabilirdi pekâlâ. Bu laneti bize Lost bulaştırdı ve altı sene boyunca her görünen resimde, kitapta, her alıntıda, her sembolde, bunun aslında paralel ilerleyen ve mitosu derinleştirirken diğer harika eserlere selam çakan mesajlar olduğunu kabullenmek istemedik ve o muhteşem hikâyenin sonuna dair görüntüler kovaladık. Hep şaşırmak, şaşırtılmak istedik, şimdi de bu son ana kadar çoğu kişinin yaptığı gibi.

Oysa True Detective’in asıl yapmaya çalıştığı şey, her dönemeçte izleyiciyi şaşırtmak değildi, hikâye bunu çeşitli defalarda zaten yaptı. Onun yapmak istediği şey; Moore’un From Hell’de altını çizdiği gibi bir Karındeşen Jack yaratmaktı. Hayır, ultra kötü bir karakter değil, varlığının etrafındaki gariplikler ve yanıt bulamayan soruların beslediği, zamanın ötesine dek uzanan, bizim kendi korku ve düşüncelerimizi üzerine yansıtabileceğimiz bir tanrı, bir mitos. Zira Errol’un da yapmak istediği şey tam olarak budur, yükselmek, değişmek ve daha yüce bir varlığa – Sarılar İçindeki Kral – dönüşmek. Aynı Alan Moore’a göre Karındeşen Jack/Gull’ın yaptığı gibi.

True Detective’in kahramanları da çok farklı değildi, her biri bu kadar depresif mekanizmaların içinde sıkışmış durumdalardı. Bunu ABD ana akımlarının anlam arayışına veya anti-kahramanlara olan bu yeni sayılabilecek hayranlığına veya ailenin çöküşüne bağlamak yeterli miydi, yoksa bu güzelim neo-noir dünyanın anlamsızlığını mı gösteriyordu bize? İki kahramanımız saplantılı “borç” hukukunda delicesine bir mânâ arayışında mıydılar? Ebedi bir şekilde tekerrür eden bir biçimde?

Peki bunu başka kim anlatmıştı uzun uzadıya?

Doğru bildiniz, ta kendisi. Nietzsche.

True Detective’in final bölümünün son virajında zamanın ötesindeki, yıldızların arasındaki karanlıkta var olan kadim dehşetlerin arz-ı endam etmesini bekleyenleri benzer bir hayalkırıklığı bekliyor. Zira Kötü çoktan bize gösterildi. 666, swastika ve pentagram mıhlanmış vücuduyla tahmin edilebilir Ledoux’dan daha kötü olan, kuzey Amerika’lılara yakışan tarzda, çim biçme makinesinin üzerindeki tombik bedeniyle bahçenizin bakımını yapan elemandır da.

Yani o Ürkütücü Simetri ve Escher’ci o açılara sıkışıp kalmış insan.

Ve onlar kalabalıktır.

1 2
Ali Aksöz
14/03/2014 06:20
YORUMLAR




DİĞER HABERLER