Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Defenders, part 2: Drama dramayı ve her insan sevdiğini öldürür

İnsanlar televizyonda, sahip olamayacakları açık, kendi hayatlarının gerçekliğinden uzak, zenginlik-şöhret-entrika dağının zirvesinde gezinen ama aslında o dağın ardındaki gerçekliği de dürüstçe anlatmayan hikayeleri izlemeyi seviyorlar. Paranın ve ün dünyasının -dolayısıyla magazinin- gırla dönmediği ama yine de çok izleyicisi olan programlar ya da dizilerse “entrika” meselesine ağır ve alengirli bir bakış getiriyorlar. Ben henüz, hiçbir televizyon kuşağında, parası çıkışmadı diye tost alamayan bir genç ya da karısını/kocasını aldattığı için mal varlığının yarısını vererek boşanan evli çift gör(e)medim. İlle de kantincinin çocuğunun da okula kaydolması ve istediği kadar -sucuklu, kaşarlı, pastırmalı- tostu yemesi, üzerine bir de “diğer çocuk” tarafından dövülmesi gerekiyor. Adamın aldattığının ortaya çıkması için tutulan özel dedektiflerden, yargıçla “yakın ilişki”si olan avukatlardan ve kendi aralarında ayrılma arifesindeki çiftin dedikodusunu yapmadan duramayan evdeki hizmetli ahalisine girmiyorum bile. Çünkü ola ki girersem, bu defa bin bir entrika da onların arasından çıkar, dizi iki sezon daha devam eder.

Herhalde televizyonun bu haline “arabeskin gidemeyişi, bizi terk edemeyişi, kabre giremeyişi” adını versek, abartmış olmayız. Çünkü her eve ışıklı kutu girmeden önce, fotoroman giriyordu ve o fotoromanlar, bugünkü dizileri de pek aratmıyordu. Ölürsem Kabrime Gelme diye bas bas bağırıyordu İbrahim... (Hoş televizyon vardı o sıra) Yanık Anadolu türküleri söylüyor, trenle İstanbul’a varıyordu. Az evvel kurduğum cümledeki hüznü, gözyaşını, ezilmişliği hissetmek bile amma kolay! İşte zaten bu kadar kolay olduğu için de gerçekçi değil. Evet, günlük hayatta ağlayan birini görürsek, onun üzgün olduğunu çıkarımlayabiliriz; ancak kimse türkü diliyle, kafiyeli konuşup, hem ağlarken hem dövünüp, hem de karşısındakinden anlayış bekleyemez. Ne hüzünlü cümleler kurdum ki arka planda sazın sesi hiç duyulmadı... Pembe dizi hikayeleri anlatan cep kitaplara hiç girmeyeceğim bile; Kemal Tahir yazmak zorunda kalmış, para ediyor diye!

Arabesk dilimize yerleşti mi, kolay kolay gitmiyor. Ama o dile hitap eden hikayeler herkese iyi geliyor, izleniyor. Elbette yanık Anadolu ezgileriyle konuşan İbrahimlerden söz etmek artık güç. Ancak bütün bu “arabesk edebiyat”ın bıraktığı bir miras var: Klişeler! İzleyenin hikayeye ve hikayenin izleyene karşı samimiyetine en büyük zarar veren unsur da bu. Çünkü klişe, hem herkes tarafından öngörülebilir, hem de arabeskin tadını biraz daha kaçırır. Oynanan “drama,” her sahnede daha büyük bir dramanın sahnelenmesiyle sunulursa, yaklaşan her sahnede izleyen, hayal kırıklığına uğrar.

Baştan anlaşalım; kimse Defenders’ın şairane bir üslupla anlatılmasını, yeni bir edebiyat anlayışını da yanında getirmesini beklemiyordu. Marvel ve Netflix’in geçmişte yine beraber piyasaya çıkarttığı dört süper kahramanın bir araya gelmesi ve tekil hikayelerinin dört misli insanı dövmeleri hemen hemen herkes için yeterliydi. “Uyuz izleyen” adını verebileceğimiz (kendimi de oraya koyarım) bir “ayrıksı” kitle içinse biraz daha fazlası masada olabilirdi. Çünkü, eğer bir hikaye anlatılmaya kalkılmışsa ve o hikaye bütün dünyada kim bilir kaç milyon insana ulaşacaksa, gerçekten bir şeyi, bir şekilde anlatabiliyor olmalı. Çekenin emeğine de izleyenin zamanına da böylece saygı duyulmalı.

“Şey” ve “Şekil” meselesine gelecek olursak: “şey”den kastım, elbette hikayenin kendi, içinde barındırdığı ögelerden, karakterlerden, müzikten, mekandan, kurgudan evvel, gözümüzün önüne serilen öykü. Defenders, zaten büyük bir kumarın ürünüydü. İzleyenle altmış küsür saatin üzerinde ilişki kurmuş dört ayrı karakteri bir araya toplamayı ve onların hikayelerinden de -kısmen- ayrı, yeni bir şey anlatmayı amaçlıyordu. Bana kalırsa bu kumarı kaybetti. Iron Fist ve Daredevil’ın New York’un başka köşelerinde karşılaştığı, “mistik” denebilecek kadar büyük ama az katmanlı, ne idiğü bütün bir sezon boyunca bile belli olamayan Hand diye bir örgüte karşı -diğer iki karakteri de (Cage ve Jones) ekleyerek- çıkmak, epeyi basit bir hayal gücünün ürünü olmalı. En basitinden “Neden New York?” diye sorunca bile, uyuz izleyen “Çünkü hepsi zaten oradaydı önceden...” cevabını verecektir ve bu cevap, dizinin işlediği hikayenin (her ne kadar o mistik mekan şehrin derinlerinde de olsa) ne kadar yüzeysel olduğunu kanıtlar nitelikte. Ayrıca bu dört karakterin hikayelerinin bir araya gelişi bile organik bir yapının ürünü değil; trenle İstanbul’a türküler eşliğinde varan İbrahim’in zengin kıza aşık olması kadar anca...

“Şekil” derken bahsettiğimse arabeskin ve klişelerin devreye girdiği nokta. Hikayenin işleyişi, karakterlerin kişilikleri, arkada çalan şarkı, kameranın lensi... Dramanın kendi, yani dramanın dramayı öldürmeye başladığı aşırılık. En basit biçimde örneklemek gerekirse: Luke Cage, Harlem’in delikanlısı, her ekranda belirdiğinde Hip-Hop ritmi de geliyor kendiyle ve sarımsı bir filtre... İlk bakışta ve dinleyişte bu drama, elbette seyredenin de çekenin de hoşuna gidebilir, yaratıcılık barındırabilir. Ancak her ama her seferinde karakteri tanımlamak ve tanıtmak için aynı yöntem uygulanırsa, tembelliğin kokusu da peydah olur. Tıpkı Jessica Jones’un görünürdeki tek kişilik özelliğinin pasaklı bir alkolik olması gibi. Cage üzerinden devam edersek: Danny Rand’le tanışmasına vesile olan hikaye bile klişenin ve arabeskin temsilcisi değil mi? Cage -mahallenin ağabeyi olduğundan mütevellit- eli pis işlere batan -ve tabii ki bu batışın sebebi parasızlıktır, Harlem gerçeğidir ve kabul edilebilir- genci kurtarmaya çalışırken önce Hand’in işbirlikçileriyle sonra da Danny Rand’le karşılaşır. Hikayenin gelişimi de yine aynı etkileyicilikten uzakta: Danny’le Luke kavgaya tutuşur; Luke kurşungeçirmez bir six-pack’e sahip olduğu için bir türlü dayak yemez ama sonunda Danny’nin elinden sarı ışık çıkar ve yüzüne yediği yumrukla Luke, yerle yeksan oluverir. Ben, aklımla alay ediliyormuş gibi hissettim doğrusu. İlerleyen dakikalarda ve bölümlerde de her bir kahramanın farklı değer yargılarına sahip oldukları için bir türlü takım haline gelememeleri de aynı klasik hikaye anlatımının ürünü. Breakfast Club’ı baştan çekiyor olsalar ve başroller kahraman değil de ergenler olsa, anlamaya çalışacağım. Bir de tam “takım oldular” derken birbirlerini dövmeye kalkmaları, Danny’yi rehin tutma hamleleri ve Danny’nin duygusal “dava adamı” tiratları yok mu, güldüm gerçekten.

Dramanın dramayı öldürdüğü diğer sahnelerdeyse genelde diyaloğun önemini anlamamıza sebep oluyor. Daredevil, yani Matthew Murdock aynı zamanda bir avukat, hukukçu. Bu da demek oluyor ki yasal işi, doğru ve yanlışı tartışmak bir noktada. Ahlaki sorumluluğu ve bilgeliği dorukta. Bunda bir sorun yok. Ancak takımın kendi arasındaki sorunları çözmeye çalışırken sazı sözü eline almasında ve sanki mahkeme salonundaymış ve jüriyi etkilemeye çalışıyormuş gibi konuşmaya başlamasında, tirat atmasında sorun var. Ayrıca düşmanın kendi kollarında ölen eski sevgilisi Elektra olduğunu öğrenmesinin ardından “ben onu ikna ederim” türü -tipik- romantik hayallere kapılmasında da sorun var. Elektra’nın ölümden dönmesinde ve dönüşünde “eski Elektra”dan hiçbir iz taşımaması da bence işin cılkını çıkarıyor.

Anlaşılıyor ki entrika ve roman fotoromanda da lazım, yerli ve milli televizyonumuzda da, Netflix’te de. Oysa asıl hikaye anlatıcılığı uçlardan kaçıldıkça belli oluyor.

Başta söylediğime döneyim: Dört tekli hikayenin ve altmışın üzerinde saatin ardından bir araya gelen dört süper kahramanın tekil öyküsünden yeni bir edebiyat anlayışı devşirmeyi beklemek, elbette salaklık. Ancak sadece tekme-tokat sahnesi izlemek istemeyen “uyuz izleyen,” fotoromanların “ölürsem kabrime gelme” dramasıyla karşılaşmak istemiyor. Hikayeye de anlatıma da bir nebze değer veriyor, uyuklamadan diziyi izliyor. Hal böyle olunca, hayalin ötesinde bir geçeklik kırgınlığına da düşüyor.

Ölürsem Kabrime Gelme’de İbrahim’in söylediği gibi: “Biz doğarken ölmüşüz. Ulu Tanrım yazımızı kara yazmış. Kör talihim zalim kaderle işbirliği yapmış...”

(Not: Yazıyı “her insan öldürür sevdiğini” dizesiyle ve bu romantizmin dizideki klişe karşılığıyla bitirecektim; o kadar da spoiler’a boğmak istemedim.)

 

DERİN KOÇER

 

İlk yazı:

Defenders, part 1: Ve olaylar geliş(e)miyordu…

 

Üçüncü yazı:

Defenders, part 3: Defenders ve Türk Bayrağı

 




YORUMLAR




DİĞER HABERLER