Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Defenders, part 3: Defenders ve Türk Bayrağı

Birkaç yıldır sosyal medyada ara ara dolanan, bir türlü eskimeyen bir geyik var: Apartman dairesinin balkonuna Türk bayrağı asan bir amcanın görselinin altına “As bayraklarI as, as,” yazılıyor. Bir zamanlar -ve hala- statların tribünlerinden yankılanan “Avrupa, Avrupa duy sesimizi...” marşını çağrıştırıyor bence. Ne zaman ki bir yarı-yıldız futbolcu herhangi bir Türk takımına transfer olsun ya da herhangi bir yabancı dizide, filmde birileri İstanbul’un adını ansın; hemen yeniden dolaşıma giriyor bu görsel: “As bayrakları as, as!” Her ne kadar bir sevinci, kutlamayı temsilen yapılsa da bu paylaşım, altında bir bit yeniği aranabilir. Tıpkı taraftarın Avrupa’ya seslenmesinde aranabileceği gibi.

Bu paylaşımlar ve bağırınmalar kesinlikle hiçbir gerçekliğe yaslanmıyor ve maçta bağıran da sosyal medyada çağıran da aslında bunun farkında. Avrupa sesimizi stattan duymuyor, galibiyetten duyuyor ve o filmin ya da dizinin yapımcısı/oyuncusu/yönetmeni, kısacası hiçbir şeyi, bizim burada bayrak asmamızı umursamıyor.

İstanbul, Avrupa’ya seyahat edenlerin en çok uğradığı havalimanlarından birine sahip. Dünyanın tarihsel bakımdan en zengin şehirlerinden biri. Turisti hep bol. Keza Türk takımları da Avrupa’ya sürekli giden, arada bir başarı da kazanan, hiç de fena ekonomileri olmayan takımlar. Avrupa onların sesini duyalı epey oldu, bağırmaya artık gerçekten gerek var mı? Elbette yok. Ancak bir diğer meşru soru var sorulabilecek: Neden? Neden hala Avrupa’ya seslenmeye ya da İstanbul’un adını bir anlığına duyduğumuzda bayrak asmaya ihtiyacımız var?

Tam da bu noktada toplumsal bir “aşağılık kompleksi” devreye giriyor. Herkes tarafından, her koşulda dikkate alınmak, saygı görmek, sevilmek isteyen bir toplumun “imdat çığlığı,” sesini duyurma çabası bu.

Netflix’in son Marvel dizisi Defenders’ın üçüncü bölümünde bu kompleksi kaşıyacak bir girizgah var: Henüz bölümün başı, ilk sahnesi. New York’ta bir restoranın mutfağında bir adamla bir kadın görünüyor. Hazır, tabakta duran yemeğe (tas kebabı sanırım) son dokunuşları yapıyorlar ve aralarında Türkçe konuşuyorlar. Adam (ismi Kadir) yemeği alıyor, mutfaktan çıkıyor, arka planda hafif oryantal bir müzik çalıyor ve dizinin en şeytani karakteri, Hand örgütünün başı Alexandra’ya servis ediyor. Oscar adaylığı bulunan Sigourney Weaver da Türkçe teşekkür ediyor, yemeğin tadına bakıyor ve “Konstantinopol’de bile böylesini yemedim,” diyor. Türk garson da kadını düzeltiyor ve oranın adının İstanbul olduğunu söylüyor. Bu noktada bayraklar asılmış bulunuyor.

Alexandra’nın İstanbul’a “Konstantinopol” demesinin sebebi İstanbul’la bir derdi olması değil, neredeyse ölümsüz olduğunun ve İstanbul’un Konstantinopol olduğu zamanlarda da yaşadığının altını çizme çabası. Oradan bir mağduriyet devşirmek işte bu yüzden pek mümkün değil.

Ortalama bir Türk izleyicisinin bu sahneyi gördükten sonra çığlıklar atarak evde koşturabileceğini, “bayraklar asabileceğini,” “sonunda Avrupa’nın (Amerika’da bir nevi Avrupa’dır tabii) bizi duyduğunu” düşüneceğini beklemek, zannetmiyorum ki hatalı bir beklenti olsun. Fakat durum, zannettiği kadar da kötü değil, herkes birbirinden haberdar aslında!

Bu yaz New York’a gittiğimde, 96’ncı caddedeki otelimin çalışanı Türk pasaportumu görünce “Nusret’te hiç yemek yedin mi?” diye sormuştu... Girdiğim kitapçılarda sohbet ettiğim her iyi okur Türk olduğumu öğrenince Orhan Pamuk’tan, Elif Şafak’tan, hatta -ne iyi ki- Hasan Ali Toptaş’tan falan bahsetmeye başlıyordu. Bir de The New Yorker yazarı Elif Batuman’ın yeni çıkan romanı The Idiot’ı görüyordum her yerde. Batuman doğma büyüme Amerikalı oysa. Yine de insanlar onun hakkında da konuşmaya çalışıyorlardı. Zaten hemen hemen bütün gazetelerin ilk sayfalarında Türkiye’yle ilgili haberler görmek, köşe yazıları okumak mümkündü. Bindiğim bir takside Tarkan çalıyordu, daha ne diyeyim?

Tıpkı bizim Türkiye’de, Amerika’da moda olan kıyafetleri giymemiz, onların kahvelerine özenmemiz, onların şarkılarını dinlememiz gibi... Aslında siyasetinden, kıyafetine bütün dünya kendi kendini taklit edip duruyor, çünkü yeni bir üretim, gerçek bir marjinalleşme yok. Brooklyn’in marjinal gençleriyle, Karaköy’ün hipsterları arasındaki farkı görmek için büyüteçle bakmamız gerekiyor. Ve dünya buna “küreselleşme/globalizasyon” diyor.

Bu kavram her ne kadar son zamanların icadı gibi dursa da uzun zamandır insanın peşinde. Çünkü insan, gittiği yere “medeniyet” götüren varlık. Ve götürdüğü medeniyet de yüz yıllardır geldiği yerin tıpkısının aynı. Artık dünyayı keşfe çıkması, büyük donanmalar inşa etmesi gerekmiyor; sadece bir sosyal medya paylaşımıyla yeni bir moda başlayabiliyor. Ellen, Oscar töreninde selfie çekiyor, Endonezya’da insanlar telefonlarındaki kamerayı “tek tıkla” döndürüveriyorlar.

Türkiye toplumunun bu aşağılık kompleksini anlayabilmek için de biraz daha derine kazmamız, Konstantinopol’e doğru tarihte bir yolculuk yapmamız gerekiyor.

Siyasi varoluşta coğrafyanın her şey olduğu dönemde Osmanlı, hemen hemen her şeye sahipti. İstanbul’un fethiyle beraber boğazın da tam kontrolünü sağladı ve böylece Avrupa’nın ticaret yollarını bir anlamda kesmiş, kontrol altına tamamen almış bulundu. Böylece coğrafi keşifler hızlandı ama geniş bir araziye yayılmışlığına güvenen Osmanlı (“territorial empire”) bir adım geride kaldı. Öyle ki başka ülkelerden elçi alan ama kendi elçilerini diğer devletlere göndermeyen bir “imparatorluk”tan bahsediliyordu. Ancak zamanla bir bütün olarak karaya sahip olmak, siyasi ve ekonomik açıdan üstünlüğünü kaybetti, denizaşırı (“overseas”) devletler kurulmaya başlandı. Osmanlı, imparatorluğa önem verdi, bu trendi yakalayamadı.

Zaman, devrimler zamanına gelince ve İngiltere’de peydahlanan Sanayi Devrimi bir anda “tren”le insanlığı buluşturunca; belli bir zamanda kat edilen yol arttıkça, bir başka deyişle aynı zamanda çok daha fazla yol alınabildikçe dünya da çok daha hızlı değişmeye başladı. Bir yanda Fransız Devrimi yepyeni bir siyasi ve toplumsal nizam yaratıyordu, bir yanda da İngiltere’den dünyaya “sanayi” yayılıyordu. Oklar bu yüzden Batı’yı göstermeye, Fransa ve Britanya’nın ardından aynı coğrafyanın diğer devletleri de hızla gelişmeye başladı. Bir Batı yaratılmış oldu böylelikle ve o Batı’nın denizaşırı sömürgeleri de kendilerine benzemeye başladı. Amerika’da da aynı dönüşüm, okyanus aşırı yaşandı. Rusya ve Osmanlı gibi büyük arazi imparatorluklarıysa yeni döneme organik bir biçimde değil, tepeden inme bir emir-komutayla girdi. Bu yüzden de bir türlü dikiş tutturamadı, “Batılılaşma” kavramı doğdu.

Bu imparatorlukların toplumları, yeni dönemi hazmetmede zorlandılar, değişime ayak uydurmak istemediler, karşı durdular. Rusya biraz daha hızlı bir şekilde kabullendi ama Osmanlı toplumu, direnmek için epeyi ter döktü. Batı’yı ahlaksızlığın yuvası olarak resmetti, işledi. Batılı anlamda okul açmamak için uğraştı, didindi. Ancak dünyaya ayak uyduramadıkça, dünyadan da silinmeye başladı, güç kaybetti. Bu yüzden de “Batılılaşmak” Batı’daki gibi olmak, yaşamaktan ziyade, Batı’ya karşı durabilmek için kullanılır oldu. Değerlerini almayayım ama demiryolu da inşa edeyim, mantığı çalışmaya başladı. Batı hegamonyasından kurtulmanın yolu “-mış gibi yapmak” olarak görüldü ama belli ki hata edildi.

Bizimki gibi devletin güçlü bir “baba” figürü olarak görüldüğü, şanlı bir geçmişin, tarihin üzerine inşa edilmiş toplumlarda kırılganlık görmek kolay. Yıllarca Batı’ya direndikten, Batı’yı şeytanlaştırdıktan sonra Batı tarafından kabul görmeyi beklememiz de bu yüzden normal. Hatta “Batı” diye adlandırdığımız yerde aslında ne kadar popüler olduğumuzun farkına varamamamızı da bu yüzden anlayabiliyorum.

Birkaç yıl önce İzzet Çapa’nın Fatih Altaylı’ya verdiği mülakatta altını çizdiği bir husus geliyor aklıma: İstanbul’dan New York’a gelip, havalimanından çıkar çıkmaz “Turkish food” isteyen Amerikalı insanlar var.

Son olarak Amerika’da tanıdığım bir Türk’ün hikayesi: Park Bulvarı’nda bir kafesi vardı, orada tanıştık. Yıllar önce mutfağında çalıştığı gemi New York yakınlarına gelince bir gece kaçıp gelmiş ve yerleşmiş Manhattan’a. O günden beri de haftanın her günü çalışıyormuş. Cebinde beş kuruş olmadan başladığı Amerikalı hayatında şimdi iki çocuğuna babalık, Azeri karısına kocalık, dükkanına şeflik yapabiliyor. Ve insanlar ona ismiyle sesleniyor.

Marvel’ın son -ve en kötü- dizisini boş verin zaten.

Asın bayrakları, asın!..

 

DERİN KOÇER

 

İlk yazı:

Defenders, part 1: Ve olaylar geliş(e)miyordu…

 

İkinci yazı:

Defenders, part 2: Drama dramayı ve her insan sevdiğini öldürür





YORUMLAR




DİĞER HABERLER