Şimdiye kadarki en hareketli bölümlerden biriydi yedincisi. Füsun'un yanındaki Barış'ı kimin tuttuğundan, Celal'in Melek ve Umut'u nasıl kendine sadık birer kul yaptığına kadar birçok şey öğrendik. Sahi ya, herkesin hayatı bir roman değil mi zaten? Dizinin ilk ölümlü sonu, izleyenleri hayretler içinde bırakmış olabilir. En nihayetinde iki kahramanın da can alabileceğine inanmıyorduk.
Bu sefer de böyle bakalım o zaman:
Yusuf'un hikayesi:
Yusuf'un hayatı roman olsa eminim ki vakur bir hikaye olurdu. Kendini kanıtlamaya çalışan bir komiserken hikayenin kötü karakterine güvenerek kendini kandırılmış -hatta kelimenin tam anlamıyla kerizlenmiş- bir duruma sokan Yusuf, bütün bağlayıcılardan ayrı. Bu hafta da birilerine güvenmek ve gözdağı vermek arasında mekik dokuyan bu güzide karakterimiz, bize Marquez hikayelerini anımsattı. Kıyak mı geçtik? Hayır!
Celal'in hikayesi:
Herkesler daha yeni Netflix'ten Narcos'u bitirmiş iken gönül isterdi ki Celal bize o tadı versin. Ama Celal basit bir adam! Onu bu kadar büyüten, işini şansa bırakmaması. Yoksa Şişli'deki otopark mafyalarından farkları nedir, hatta var mıdır, bilemedim. Biz, onu iyisi mi onu şimdilik geçelim. Çünkü hakkında konuşacak çok şey var. Son bölüme girişi silahla oldu. Kimse ondan iyi olmasını bekleyemez, ama yamanlığı ve pişkinliği de dillere destanmış. "Dert etme aslanım, ben öldürdüm onu," deyişi, onu Celal yapıyor. Zaman, onun kuyusunu kazanları da beslerken artık geviş getirme zamanı bitiyor kebapçının. Her şeyden evvel, Coşkun ölmemiş çünkü ve o bu hikayenin tamamını biliyor. Artık geriye doğru her adım. İsterse başlasın geriye doğru saymaya herkes, Dancer In The Dark’taki gibi. (Filmde Björk'ün canlandırdığı kör karakter, haksız yere gönderildiği idam sehpasına giderken adımlarını saymaya başlar ve 'bu kadar adımmış hayat' sonucuna varır. I've Seen / Görmüştüm diye de inanılmaz bir şarkı söyler. Birkaç parça gözyaşı eşlik eder kendisine.)
Bu arada, Celal'in etrafındaki 'Babam!' takımı bağlılıklarıyla göz dolduruyordu adeta. Bu ne sadakattir arkadaş? Ama en basitinden, Melek ve Mert'i dayak yedikleri Coşkun'dan kurtarıyor gibi yapmasıyla bir imparatorluğun nasıl kurulduğunu gördük. Ve sonra Coşkun'a "Sen artık git," dedikten sonra nasıl onu öldürdüğünü de... Öhm... Öldürmek istediğini diyelim daha doğrusu. Astığı astık, kestiği kestik. Bu arada, bütün bunları kendi kızını korumak için yapmış olmalı. Melek'e olan sevgisi zaten eşi Yeşim tarafindan oldukça rahatsız edici bulunuyordu ve bu bölümde Melek’in onun kızı olduğunu öğrendik. En azından gerçek, anlaşılabilir. Tabii bu yolda onun için, Talip gibi adamları harcamak mübah! Kim bilir, daha kimleri kimleri de...
Eylem'in hikayesi:
Sönük hikâyesi, blog yazısıyla renklenen Eylem, hayatını restoran-emniyet-Füsun'un evi üçgeninde yaşamaya devam ediyor. Coşkun olay olurken, onun yazdığını bilen ya da öğrenenler sıkıntıya düşüyor, çünkü artık onu da korumak gerekecek. İçinden, 'göçebe bir ruha sahip olmak, obalar vs.'den bahseden bir Elif Şafak çıkacak diye korkuyorum. Kendisinin hikayesi kalın ama bir şey vermeyen bir roman olmasın!
Melek'in hikayesi:
Melek, zayıf görüntüsünü bir yere bırakırsak hikâyenin önemli bir unsuru. Önemi, baştaki karakterlerin üzerindeki etkisinden kaynaklanıyor. Hele bir de bu kebapçının kızı olması durumu, bataklıktaki bir prenses hikayesi. Yani gibi gibi... Celal ile hakkını verdikleri bir kapışmaya tutuşmalılar. Çünkü, hep bir yarım, hep bir yetim kaldı. Bunun hesabını sorabilmeli. O "Celal Baba" diye seslenirken, bunun "Celal Amca" kıvamında olduğunu biliyoruz.
Mert'in hikayesi:
Gözü kara sarışın, aile özlemini her seferinde daha çok hissetmeye başladı. E, haklı aslında. Eve girip "Terliklerim nerede?" sıkıntısına düşmek keyifli bittabi. Ya da sabah kalktığında biriyle kahvaltı edebilmek. Abisiyle yaptığı kavgadan, kimse zafere ulaşmadan, bir anne azarıyla kurtuldu. Bu ödül gibi gelmiştir ona. Yaptıklarının açıklamasını isteyen ve ona bundan daha iyi olabileceğini söyleyen bir anne... Çoğumuzun hayattaki amacı yaşadıklarından bambaşka. Onunki de kesinlikle ailesini bulmak değil. Zaten, içinde bulunduğu ortam, kebapçıyla çalışmaya devam etmek için ellerini yakan, "Artık, parmaklar temiz Baba," diyen adamların olduğu bir ortam. Oldukça ekstrem yani. Ama zamanla insanlar değişir; o da tek amaç haline getirecek bu durumu. Yavaştan da başlıyor bu bölümde; Melek'i çağırıp konuştuğunda. Hikayesi iyi bir Patricia Highsmith romanı olma yolunda ilerleyecek mi? En büyük temennilerimizden!
Sarp'ın hikayesi:
Bu çocuk, annesiyle mi ilgilensin, Melek ile mi ilgilensin, Barış'ı mı kontrol etsin, Celal'i mi indirsin, kardeşini mi arasın? Galiba, doğru cevap: Hepsi! Bu sırada lütfen akıl sağlığı da bozulmasın! Her şeyin farkında olan belki de tek kahraman var dizide. Celal'e de "Merak etme Celal Baba, ağzımdan çıktığını duyacağın en son cümle olacak 'illallah'," diyebilecek dişte. Hafiften herkes bir tedirgin hissediyor kendini onun yanında zaten. Kimileri bu yolda çözülmesi gereken tedirginlikler. Mesela, "Aşkım" meselesi gibi. Neyse o da şimdilik çözüldü gibi. Herkes mutlu, yeri gelince öpüşmeyi bekliyor. Diğer taraftan, mesela Alyanak gibi kişilerin ne yapacağı merak konusu. Şimdi kardeşiyle alakalı yemleyecek Sarp'ı ve sonunda bazı gerçekleri birleştirince, bunu ona karşı mı kullanacak, göreceğiz. Belki de daha tadını alamadığımız düşmanlıklar var gelecekte. Yeşim ve Davut mesela... Bütün bunlar bizi bir Grangé romanına götürmüyor mu? Devamı çok heyecanlı olabilir. Haftaya tekrar görüşelim!