Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Zehra Çelenk'in festival izlenimleri #02

Büyük Budapeşte Oteli’nin Mendl pastaları, Anderson diyarının özgün lezzetlerinden.

Festivalin ilk dört gününde toplam sekiz - Nymphomaniac bir bütündür, bölünemez bence, yoksa aslında dokuz- film izleyebildim. Hayat gailesi nedeniyle üç filmi kaçırdım. Ama kaçırdığı filmlere benim kadar üzülen birinden gelen biletle listemde olmayan güzel bir film izledim, o nedenle iki fire verdiğimi varsayıyorum. Yani şimdilik Sinema: 8 Hayat: 2! Dört günde altı sayı fark fena değil, arayı daha epey açmaya niyetliyim ama!

Lars kapıdan baktırır, devreleri yaktırır…

İtiraf (1-2) (Nymphomaniac, Lars Von Trier, 2013)

!f 2014’te kaçırdığım filmi bu festivalde yakaladığım ve iki seansı arka arkaya denk getirip izleyebildiğim için mutlu oldum. Sırtımın dili olsaydı da konuşsaydı tabii. (Güzel Beyoğlu Sineması’nın nazarlık mahiyetindeki daracık koltukları.)

Filmin Türkçe ismi yeterince konuşuldu ama söylemeden geçemeyeceğim: Kendisine ısrarla nemfomanyak diyen ve seks düşkünü, seks bağımlısı gibi siyaseten doğru terimleri ilkece reddeden bir kadının otobiyografik anlatısı niteliğindeki filme “İtiraf” demek, şeytanın aklına gelmezdi, tebrikler(!)

Trier’in dehasının cazibesini her şeyden çok cesaretinden ve kimseleri takmıyor gibi görünmesinden aldığı bir sır değil. Tabii orası tam öyle değil, hatta bu kadar rahatsız edici, kışkırtıcı olmanın kendisi tersinden bir umursama davranışı olarak değerlendirilebilir. İzleyicinin zihnine derin bir kesik attığına emin olmadan karakterlerine su bile içirmeyen bir yönetmenin kendi çarpık tarzında izleyiciyi önemsediği muhakkak. (Bizi aşırı derecede rahatsız etmekten hoşlanıyor çünkü bize aşık.) Her filminin daha gün yüzü görmeden günlerce konuşulacak miktarda sansasyonel malzeme içermesinin de, bilindiği gibi gayet ticari bir yanı da var. Ama işte bu apaçık saikler tümüyle özgün, çarpıcı, iyi filmler üretmesine engel olmuyor. İnat, takıntı, aykırılık ve hep gündemde kalma becerisinin böyle bir bileşimi deha değilse nedir?

Nymphomaniac’la arzusu kadınlardan özür dilemekse –çok da sanmam ya- bunu gerçekleştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz yönetmenin. İzlediğim en “kadın dostu” denebilecek Trier filmi. Hele sonu itibarıyla. O “tüm bunları bir erkek yapsaydı…”lı, hafiften kör gözüm parmağına ama insana yine de pek tatlı gelen sözler ve akabinde insanı duvara fırlatan final! “Çehov’un Tüfeği” diye bir olay var, tabii patlayacaktı ama kimin aklına gelirdi Allah aşkına öylesi? Finalden nefret eden çok olmuş, ben yıldızlı bayıldım. Spoiler’ın ucunu kaçırmak istemediğimden burada kesiyorum bu bahsi.

Trier’in kadın cinselliğinden zerrece anlamaksızın, kendi ergenlikte takılıp kalmış erkek zihninin takıntılarıyla, kadın cinselliği üstüne bir film yaptığı yazılmış. Bu görüşün katıldığım noktaları olsa da, bu derece sert olamayacağım. Evet, anlatının bir erkek (hatta ergenlikle birleştirirsek, “ergenk” ) zihninden çıktığını hissettiğim pek çok an oldu ama filmin iddiası, kadın cinselliğini anlatmaktan çok kendisine nemfomanyak diyen bir kadın karakterin bakış açısıyla toplumun ikiyüzlü cinsellik ve aşk kodlamalarını, etkili bir ters yüz yöntemiyle sorgulamaktı.

Yönetmenin/yaratıcının imzasının “kusur” sayılabilecek şeylerin üstünü çizdiği filmler kategorisinde de Trier filmleri ilk sıralardadır bende. Mesela, “Joe’nun gençliği (Stacy Martin) orta yaşlılığına (Charlotte Gainsbourg) hiç benzemiyor.” Ee? Bu Lars’ın aklına hiç gelmemiş midir? Mutlaka ki bir düşündüğü vardır, ne hin oğlu Trier’dir o.

Farklı disiplinlerin ve hayata dair yapı/patternlerin gerçekte birbirine tercüme edebilecek “diller” olması, hayatta pek çok şeyi senaryonun, dramaturjinin kavramlarıyla açıklamaya meyilli biri olarak beni hep büyüler. Üniversitede göstergebilim ve yapısalcı dilbilimle tanıştığımda kıpkırmızı bir yumak görmüş kedi gibi heyecanlanmıştım. Yapısökümü mevzuunu azbuçuk söktüğümde ilk görevinde muvaffak olmuş bir dozer operatörü kadar şendim, vs. Filmin, başka pek çok yazar/yönetmenin elinden çıksa çok didaktik ve çiğ durabilecek analojilerini, aseksüel (olduğunu söyleyen) Seligman’ın (Stellan Skarsgård) sekse dair kavram ve durumları balıkçılık, resim, müzik, edebiyat matematik vs. üzerinden açıklamasını hem fikir hem uygulama açısından sevdim.

İçe dokunan mizahı, neredeyse “edebi” lezzeti ve Uma Thurman’ın müthiş oyunculuğuyla “Mrs. H.”, filmin en unutulmaz bölümlerinden biriydi. Joe, filmin büyük sürprizlerinden biri olarak “kırbaçlara fısıldayan adam”a dönüşmüş halde karşımıza çıkan Billy Eliot’ın (Jamie Bell) canlandırdığı K’ya gitmek için minik oğlunu terk ederken büyük aşkı Jerome’un (Michaël Pas) tavrı size de biraz Mrs. H’i hatırlatmadı mı? İşte bu ters yüz etmelerden bahsediyorum.

Wes Anderson pılınızı pırtınızı toplayıp içine yerleşmek isteyeceğiniz bir hikaye dünyası kurmuş yine.

Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel, Wes Anderson, 2014)

Festivalde “Akbank Galaları” kapsamında gösterilen bu Wes Anderson şahaneliğini uzun süredir heyecanla bekliyordum. Bir gıdım heyecanımın bile heba olmadığını söylemeliyim baştan. Beklentimin onca yüksekliğine rağmen, hem de hiç. Anderson şahaneliği tam da bu işte. Zaten iyi bir şey beklersiniz; gidene kadar film hakkında, müziklerinden kullanılan fincanın kulbuna kadar her şeyi öğrenir ama yine de büyülenirsiniz. Benzer etkiyi, “sürprizsiz sürprizlilik” diyebileceğim bu hissi hayatta bir de Venedik’i gördüğümde yaşamıştım diyebilirim, abartmıyorum.

İyi filmler ve romanlar bende dünyanın fena bir yer olmadığına, içinde güzel bir şeyler yapılabileceğine dair hissi arttırır, kıskançlık değil de, coşku ve motivasyon kaynağı olur. Ama birini kıskanacak olsam herhalde bu Wes Anderson olurdu. Ucundan görünen kibrit kutusunun bile imzanızı taşıdığı büyüleyici bir hikaye dünyası yaratmaktan daha tatmin edici bir şey olabilir mi hayatta?

Kişisel ilk 50’mde halen ilk çeyrekte olan Tenenbaum Ailesi’nden (The Royal Tenenbaums, 2001) sonra en sevdiğim Anderson filmi oldu bu.

Tam Andersonvari bir açılışla 1985’te başlayan filmin bir muzipliği de anlatıcıyı bile ufak bir Matruşka’nın içinde sunması. Açılıştaki yazarı Tom Wilkinson, onun gençliğini ise Jude Law canlandırıyor. Yazar, Orta Avrupa’da bir dönemin en görkemli otellerinden birinin tuhaf sahibi Sıfır Mustafa (Zero Moustafa, F. Murray Abraham) ile tanışmasını ve ondan dinlediği belboyluktan otel sahipliğine uzanan ilginç macerayı anlatıyor. Olaylar büyük ölçüde 1932’de, Zubrowska adlı kurgusal bir Avrupa şehrinde geçiyor yani Anderson diyarına hoş geldiniz… Dev bir şekerlemeyi andıran otel dış cephesinden ağız sulandıran Mendl pastalarına, film için yaptırılmış Elmalı Oğlan tablosundan yüzünde İtalya haritası şeklinde bir doğum izi olan güzel bir genç kıza (Saoirse Ronan) dek, içerdiği her nesne, mekan ve kostüm, aksesuarlarından makyajlarına her karakterle kendine özgü bir dünya bu. O kadar özene bezene çizilmiş bir hikaye dünyası ki, komediden polisiyeye, noir’dan fantastik maceraya baş döndürücü harmanıyla türsel geçişleri bile bizi bir an olsun filme yabancılaştırmıyor. M. Gustave’da baştan sona gözlerimi alamadığım Ralph Fiennes’tan gördüğüm en iyi yaşlandırma makyajlarından biriyle (titreyen gıdısına dokunmuş kadar oluyorsunuz) Tilda Swinton’a, dövmeli, pörsümüş heybetiyle Harvey Keitel’dan 3D etkisi yaratan muştası her göründüğünde kafanızı eğmek isteyeceğiniz Willem Dafoe’ye, daha çoğunu sayamadığım, alternatifi düşünülemeyecek kadar iyi oyuncuların canlandırdığı benzersiz karakterler… Stille yaratıcı bir doğallığın, zekayla sürükleyiciliğin eşsiz bir birleşimi. Ben en azından birkaç kere daha izlerim…

Filmin mumla (ya da yağ lambasıyla) arattığı günlük güneşlik kır sahnelerinden…

Görünmeyen Kadın (The Invisible Woman, Ralph Fiennes, 2013)

Büyük Budapeşte Oteli ile Görünmeyen Kadın’ı arka arkaya iki gece Kadıköy Rexx Sineması’nda izledim. (Koltuk aralıkları daha geniş olan bu güzel sinemamızın nazarlığı da “perdeye giren kafalar”.) Keşke bu film için de bir öncekinin üçte biri kadar olsun, övgü sözü söyleyebilsem. Tek ortak noktaları Ralph Fiennes tabii, karşılaştırmak absürd olur. Ama ben ki Fiennes’a, eline Şehir Rehberi’ni alıp okusa izlemeye bir-iki saat katlanabilecek kadar bayılırım. Ayrıca Viktoryen romansa da düşkünüm. Yarısı noir’daysa kalbimin, öbür yarısı kah tatlı bir komedidedir, kah İngiltere kırlarında kostüme kostüme dolanıyordur. Ayrıca Charles Dickens daima ilgimi çeken bir yazardır. Yani bu filmi sevmeye çok istekliydim, ama olmadı…

Claire Tomalin’in aynı adlı romanından (1990) Abi Morgan tarafından senaryoya uyarlananGörünmeyen Kadın, Dickens’ı canlandıran Ralph Fiennes’ın aynı zamanda, Coroilanus’tan (2011) sonra yönettiği ikinci film. Film, kariyerinin doruğundaki Charles Dickens’ın, dünyaca sevilen bir yazar, çeşitli tanıtımlarda dendiği gibi tam bir “Victorian celebrity” olduğu dönemde kızı yaşındaki (45’e 18) , kariyerine ilk çekingen adımları atmakta olan, yeteneği su götürür, güzelliğiyse tartışmasız genç tiyatro oyuncusu Nelly Ternan’la (Felicity Jones) yaşadığı yasak aşkı anlatıyor. Bu on yıllık fırtınalı aşkı geriye dönüşlerle, Dickens’ın ölümünden sonra kendine yeni bir hayat kurmayı başarmış Nelly’nin gözünden izliyoruz.

“Fırtına” dediysem, adetten olduğu için, filmde gerçekten etkileyici birkaç sahne dışında deyim yerindeyse yaprak kımıldamıyor. Zaten hikayenin işin Viktoryen romans kısmında olmadığı, baskın bir erkek figürle yasak aşk bağlamında kadınlık sorunlarını dert edindiği hemen anlaşılıyor. “E tamam, daha iyi” diyorsunuz, ama o da olmuyor. Sonuçta böyle bir hikayenin de tutkalı olması gereken o cayır cayır (olacağı umulan) imkansız aşk, birkaç duyarlı an dışında hiç geçmiyor izleyiciye. Sebebinin mesela oyunculuk olmadığı aşikar. Ralph Fiennes her zamanki gibi şahane, yabancı tanıtımlarda çok övülen Felicity Jones’a ben o kadar bayılamasam da o da iyidir yani. Bence sorun, bir kadınlık meselesini ele alan dönem filmini yer yer klostrofobi hissi yaratacak ölçüde ikili bir dünyaya kapatan senaryodan başlıyor. Yasak aşkın yarattığı o izolasyon hissini fazlasıyla alıyoruz ama çatışmanın öbür/toplumsal kanadını pek göremiyoruz. Dickens’ın eşini tüm tombul inandırıcılığıyla harika biçimde canlandıran Joanna Scanlan da, çatışmayı güçlü ve canlı kılacak biçimde kullanılmamış filmde. Bu tercihlerin de etkisiyle zaten çok ağır akan hikaye, Fiennes’in çok zarif ama durağan rejisi ve döneme ait, yağ lambalarıyla aydınlatılan iç mekan duygusunu çok gerçekçi biçimde verse de kasvete kasvet ekleyen ışık kullanımıyla birleşerek filmi lüzumundan karanlık, haddinden fazla melankolik bir havaya büründürmüş. İlk öpüşmelerinde Dickens’i Nelly’den ayırt edemiyorsunuz, o derece. Yine de izlediğime pişman olmuş falan değilim. Şahsi fikrimi özetlersem, gök gürültüsü değil, sağanak beklentisiyle bile gidilmemeli. Farklı bir perspektiften bir dönem filmine, Fiennes aromalı birkaç damla yağmura razıysanız, sorun yok.

ETİKETLER : ekranella , zehra çelenk
YORUMLAR




DİĞER HABERLER