Geçen yüzyıldan dünyaya kalmış en büyük sorunlardan biri kimlik siyasetidir. Post yapısalcı teoriye dayanarak kişileri özgürleştirmek uğruna soyulan kimlikler, feminizm gibi önemli akımların önünü açarken kamusal hayatı bitme noktasına getiren bir dizi soruna da sebep olmuştur. Sürekli deşifre edilen kimlikler ve alt kimlikler kamusal hayatı baskılamış ve biriyle ortak nokta bulmakta zorlandığımız kent meydanları gitgide yabancılaşmış, neticesinde kentliler kendi alanlarına çekilip çareyi başkalarının eşiklerinden (1) geçmemekte bulmuşlardır. Neoliberallerin, özel sektöre yer açmak için parçaladığı kamusal hayat artık birbirine değmeyen, değmekten çekinen, gitgide uzaklaşan insanlar arasında yeni gerilimler oluşturdukça bu sefer herkesin kimliğine saygı gösterilmesi gerekir manifestosuyla bir barış anlaşması ortaya sürülür. Toplumun her bireyi diğer alt kültürü tanımak, bununla uzlaşmak, öğrenmek ve barışmak zorundadır. Kimsenin kimseyi tanımak zorunda olmadığı, nezaketin bir yaklaşma biçimi olarak yeterli olduğu, kamusal hayatın gündelik pratik hayat üzerinden kurulduğu modern dünyanın daha iyi olup olmadığını tartışmak bile artık mümkün değildir.
Bu kültürel barışmanın en önemli araçlarından biri her zaman olduğu gibi televizyon ve sinemadır. Ülkemizdeki dijital platformların proje seçimleri incelendiğinde ekseriyetle politik, etnik ve ideolojik olarak birbirinden ayrılmış toplumsal katmanları birbirine yakınlaştırmak, tanıtmak ve barıştırmak gibi iyi niyetli görünen örtük ve cılız bir çaba içinde oldukları söylenebilir. Sinemanın, hatta tüm sanatın temelinin madunun sesi olmaya dayalı olduğunu iddia edebilecek kadar anlayışlı izleyicileri bile bir saatten sonra isyan ettirecek bu içi boş politik doğruculuk artık can sıkıcı bir hal almaya başladı. Zira bu ülkenin çok daha çağdaş, çok daha acı, çok daha derin sorunları var. Yirmi yıllık bir iktidarı beraberinde getiren sorunları bugünün problemiymiş gibi anlatan Bir Başkadır’dan sonra, ülkenin, bugünkü sorunlarını anlatacak bir iş için yirmi yıl daha beklememiz gerektiği sonucuna varmak yanlış olmaz. Siyasi arenada toplumun kendi seçimi ve kararıyla çözüme ulaşmış, iyi ki de ulaşmış, bir sorunun dizisini yapmak için bugünü beklemek kolaycılık gibi görünebilir. Proje sahiplerinin, tahakküm sınıflar ile ezilen ve önyargılara maruz kalan kesimlerin değiş tokuş edildiğinin farkında olduğuna eminim, bu gerçeği önümüze koymak için politik iklimin yumuşamasını beklediklerine de. Bu ülkenin sadece sanatçılarından değil yatırımcılarından da daha cesur olmalarını talep etmek hakkımız. Biliniz ki, televizyondaki ağır sansürden kaçarak sığındığınız dijital platformlardaki otosansür kimsenin gözünden kaçmıyor.
Ülkenin elbette ki geçmişine dönüp tekrar tekrar sorgulaması, dersler çıkarması gereken binlerce ağır travması var. Yalnız şu asla unutulmamalıdır ki, Türkiye bu coğrafyanın en hızlı değişebilen, en çabuk tepki verebilen, değişen dünya koşullarına en kolay adapte olabilen ülkesi. Her ne kadar Türkiye modernleşmesi, 1950’den beri sağ merkezi siyaset tarafından sorunlu bulunsa da çok açık olan şey toplumunun yenidünyanın gelişmelerini ve sorunlarını ithal etmekte hiç zorlanmadığıdır. İnternet hızının bile sorunlu olduğu bir ülkede e-ticaretin, sosyal medya ve dijital platformların bu kadar çekici hale gelmesi yenidünya ile kurduğumuz güçlü bağla yakından ilgili. Bugünün sorunlarını yarına bırakmadan konuşmaya ihtiyacımız olduğu ise devralınmış tarihsel bir gerçek. Bu anlamda örnek verebileceğim en başarılı iş GAIN’de yayınlanan Etkileyici. Bir kadın fenomenin günümüz çağdaş Türkiye’sinde yaşadıklarını kadın hakları ve sorunlarını güncelleyerek aktaran dizi, kadını merkeze aldığını iddia eden senaryolardan çok daha gerçekçi bir dile sahip. Hasbelkader hemcinslerinin yaşadığı türlü eziyetten kaçmayı başarabilmiş kadınlar, sosyal medya aracılığıyla kapısının önüne kadar gelen yeni tür tacizlere maruz kalırlar. Teknoloji çağının ve yeni bir devrimin arifesinde bile insanlık, kadın cinsine baskı yapmanın yeni yollarını keşfetmekte gecikmez. Türkiye’nin ve dünyanın buz gibi gerçeklerinden biri budur. Hiç geciktirmeden sorunu önümüze koyan dizi, yapımcısından, senaristine ve oyuncularına kadar büyük bir alkışı hak eder. Kadın hakları meselesi, bir feminist olarak söylüyorum ki, senaryolarınıza iki sahne koyarak kotarabileceğiniz bir konu değil. Ülkemizde konuşulmaya meşru alan kazanmış konuların, öncü olması gereken işlerde ve platformlarda toplumun bile gerisinde kalarak ele alınması ise çok üzücü.
Ne acıdır ki Atatürk’e, bu ülkenin kurucu liderine bile, yeniden konuşulmaya hak kazanılmış konu muamelesi yapılmakta. Atatürk, dizilerinizi ilgi çekmek için kullanacağınız, bir sahneyle geçiştirebileceğiniz bir isim değil. Anketler referans alındığında, siyasi iktidarının destek kaybettiği bir dönemde seçmenlerin ve izleyicilerin hassasiyetlerinin kullanılmasını doğru bulmuyorum. Gerçek cesaret, sözde özgürlükler diyarı dijital platformda değil, milli bayram kutlamalarının bile sönük geçtiği bir dönemde ana akım televizyonda Vatanım Sensin’i yapabilmektir. Yeni bir Atatürk dizisi hazırlığı yapıldığı haberleri çıkmakta, kanımca, bu, seküler, ekonomik daralmadan nispeten daha az etkilenmiş, orta üst gelir izleyici grubunun hassasiyetlerine oynamaktan öte bir şey değil. Strateji olarak sorunlu da olsa, bu saatten sonra, ulu önderle ilgili bir projenin hakkıyla yapılmasından başka bir dileğim yok.
Stratejilerinizi popüler isimleri birbirine partner yaparak kurmak da oldukça demode. Partnerlik kavramı ve katalogdan resim seçer gibi yapılan kadrolar maalesef ki ülkenin tüm yaratıcı sürecinin önünde engel. Bu tür bir oyuncu seçiminin gerekli olabileceği romantik komediler hariç diğer tüm projelerin senaryolarına göre kadro yapılmasının biz izleyiciler açısından çok daha tatmin edici bir sonuç ortaya koyacağını düşünüyorum. Ana akım televizyonda bile artık kullanılmayan bu tür partner ve isim odaklı stratejilerin yenilikçi ve yaratıcı olduğu iddiasındaki dijital platformlar için belirleyici faktör olması düşündürücü. Kaldı ki başrolünde dönemin en popüler isimlerinden Çağatay Ulusoy’un olması bile Yeşilçam’ın hak ettiği şekilde konuşulmasını sağlayamadı. Soğuk Savaş yıllarında dünyaya sürülen Amerikanlaşma modelinin, günümüz muhafazakar modernite deneyimine etkisini tartışmaya açabilecek bu değerli işin, gündemi gereksiz meşgul eden bazı dizilerden daha az tartışılmış olması, günümüz gerçeklerini konuşabilme fırsatını sadece yapımcıların ve yatırımcıların değil, izleyicilerin çoğunluğunun da kaçırdığı ortaya koyuyor.
Bu tür mecraların, özellikle televizyonun, izleyicilerinde herhangi bir sosyal sorunla ilgili farkındalık yaratmak gibi bir sorumluluğu olduğuna asla inanmadığımı defalarca yazdım. Bu görev sanatındır. Ama önümüze koyulan yol haritaları gösteriyor ki dijital platformlar toplumsal hayatımıza böyle bir katkı sunmak niyetindeler, haliyle bir izleyici olarak amacım günümüz Türkiye’sinin kimlik sorunu, kültürel kaynaşma ve tarihsel yüzleşme dışında sorunları olduğunu hatırlatmak. Mesela, Uysallar’ın bütün platformun görev ve sorumluluğunu yerine getirmek istercesine bir kerede anlatmak istediği soyal gerilimlerimizin her biri potansiyel proje.
Bugün, bu ülkenin gençleri kentlisinden kırsalına kadar yasaklı madde kullanımı dahil olmak üzere birçok sorunla mücadele ediyor. Üzerine siyasi partilerin sayfalar dolusu raporlar hazırladığı, aileleri perişan eden bu acımasız gerçeği en cesur haliyle önümüze getirmek için ne bekleniyor anlamakta zorlanıyorum (*). Müzik ve eğlenceye dair her şey birer birer yasaklanırken, sıkışmış dünyalarından çıkış arayan, özgürlüğün peşine düşen ve en sonunda bir ses yarışmasında çare arayan gençlerle ilgili bir tek proje duyurusu neden yapılmıyor (*)? Ya da, ülkenin müzelerinden her gün eksik eser haberi gelirken, bu toprakların en büyük kaçakçısı Schlieman ve Troya efsanesi üzerine iş yapmak neden kimsenin aklına gelmiyor bilemiyorum (*). İlla tarihi dizi yapmak istiyorsanız neden sürekli eleştirilen Türk modernleşmesine bakamıyorsunuz. Osmanlı döneminden beri verilen kadın mücadelesi ve II. Meşrutiyet’in en önemli sanatçısı Mihri Hanım üzerinden modern dünya ile kurduğunuz bağ genlerinizde var deme cesaretini neden gösteremiyorsunuz (*)? Hiçbir şey yapamıyorsanız, Sen Ben Lenin gibi şahane işleri alıp daha çok izleyiciyle buluştursanız da yeterlidir.
Tarihi, kültürü olduğu kadar günümüz sosyal ve siyasi hayatı katman katman hikaye dolu bu topraklarda aynı isimler ve onların üzerine teğellenen senaryolarla dünyaya açılmaya çalışıyoruz. Haliyle, bu ülkenin çağdaş hayatına dair cesur, yenilikçi ve yaratıcı projesi olmayan platformlar ülkemize ne yapmaya geldiler sorusu önem kazanıyor. Açık olan şu ki, amaç, Türkiye’yi bir baz istasyonu olarak kullanarak başka coğrafyalara, başka ülkelere açılmak. Bu diyarlarda ünlü ve popüler olan isimler üzerinden geliştirilen yayın stratejilerinin başka bir açıklaması olamaz. Bir izleyici olarak tavsiyem önce merkezinizi kurduğunuz ülkeye dönüp bakmanız. Birden çok dijital platforma üye olabilecek kişilerin Türkiye tarihiyle yüzleşmeye hazır insanlar olduğunu düşünüyorsanız, çağdaş sorunlarımıza dair bir şeyler izlemek isteyeceklerinden de emin olabilirsiniz.
Ülkenin gündeminden ısrarla kaçan sektörün, yeniden yapımlarla melankoli ve nostalji ile boğuşan toplumu beslemeye devam etmesi de şaşırtıcı değil. Herkesin her şeyi özlediği bir dönemde politik romantizmin dizi sektörüne hakim olmasını bir yere kadar anlayışla karşılamak gerek. Kaybolan mahalleye, samimi sosyal katmanlara, apartman ilişkilerine, arkadaşlıklara hasretin, anısı taze işleri geri çağırması bir nevi sosyal terapi ama aynı zamanda yaratıcılığın önünde büyük engel. İnsanların “eski Türkiye” özleminin üye kazanma faaliyetine dönüşmesi not edilmesi gereken bir başka sakıncalı strateji.
Geleceğin Türkiye’si ise çok konu edilmediği gibi edileceğe de benzememekte. Börü 2039 yabancı bir isim ve seslendirmeyle yayına girse farklı tepkiler alır mıydı sorusunu sormak gerekiyor. Kanımca, yerli bir distopya veya ütopyaya koyulan kritik mesafe, toplumun geleceği konuşmaya alışkın olmamasından kaynaklanmakta. Genel olarak dünya tarihinde de baskılanan konular olan ütopyalar görsel sanatların ve edebiyatın belki de en zayıf olduğu alan. Bu gezegenin insanlarına yeryüzünün herkes için cennet olamayacağı gerçeği yüzyıllardır hatırlatılıyor. Dünyada cehenneme ise neredeyse her gün tanıklık ediyoruz. Haliyle bu zorlu coğrafyada daha fazlasına ihtiyacımız olmadığından popüler mecralar için kıyamet senaryolu diziler üretmek anlamsızlaşıyor. Belki de mistik ve mitolojik olarak çok güçlü olan Anadolu’nun içinden çıkan işlerin bekleneni vermemesinin arkasında da aynı gerçekçilik geleneğinin etkisi var. Şahmeran’ın bu tür işlerin geleceği açısından son bir deneme olacağını öngörmek mümkün. Bu topraklardan çıkabilecek nice benzer hikaye için bahsi geçen işin hakkının verildiğini umuyorum.
Sonuç ne olursa olsun yadırgatıcı yaratıcı (2) çabadan vazgeçmemek gerekiyor. Sadece konular için değil, türler ve içerikler açısından da sınırların zorlanabileceği şartlar elimizin altında. Çoğunluğu yerel dijital platformlarımızda olan yenilikçi, dinamik, yaratıcı ve cesur işler elbette ki var ve başka bir yazının konusu. Hepsine gayretleri için şimdiden yürekten teşekkür etmek isterim.
İnanıyorum, daha iyi günler göreceğiz, daha özgür düşüneceğiz, elbette ki konuşulmayanlar bir gün konuşulacak ama unutulmamalı ki, tarihe geçmek zor zamanlarda elini taşın altına koyabilenlerin hakkı olacak.
URBAN FRINGE
(1) Stavros Stavridis, Kentsel Heterotopya: Özgürleşme Mekanı Olarak Eşikler Kentine Doğru, İstanbul: Sel Yayınları
(2) Svetlana Boym, Başka Bir Özgürlük Bir Fikrin Alternatif Tarihi, İstanbul: İmge Yayınları
(*) Türkiye’de eleştirinin eleştirisi, maalesef ki, yazarın kendisinin de bir şeyler önermesine göre değer kazanır. Verilen örnekler bu kapsamda olup fikir mülkiyetine tabidir. Aksi durumda yasal işlem yapılaca