Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Katili boşver, biz kimiz?

Televizyonun yeni nesil polisiyelerinin metotlarına, ritmlerine, katil kadar katilin peşindeki kanun adamlarıyla da ilgilenen hikaye anlatma biçimlerine alıştık. True Detective bu ailenin yeni üyelerinden biri gibi görünse de kazmayı benzerlerinden daha derine vuruyor, hayatın nasıl kavranacağına (ve nasıl yaşanacağına) dair bir hikaye olmaya doğru gidiyor.

Evet, hikayesini “inanç” eksenine oturtmak ve biri inançlı diğeri inançsız iki zıt karakteri karşı karşıya getirmek gibi Amerikan sinemasının bolca çiğneyip yavanlaştırdığı bir yolu tercih ediyor. Ama çok kritik iki değişiklik yaparak: Hikayenin dengesi inançsızdan yana (pek görülmüş şey değil) ve sözkonusu iki karakterin karşıtlıkları münazara düzeyini aşıp tüm hayatlarını kuşatıyor.

Louisiana’da bir genç kızın cinayetini araştıran polislerden Rust Cohle’un (Matthew McConaughey) inançsızlığının ardında sağlam bir düşünce zinciri var. Hayat onun için “zihin denen kilitli odada gördüğün bir rüya”. Bu rüyada insan olduğunu görüyorsun ve bir hayatım, bir amacım var sanıyorsun. Din, insanların korkuları ve kendilerine duyduğu nefret nedeniyle uydurdukları, evrenin tüm kurallarını ihlal eden bir hikaye.

Martin Hart’a (Woody Harrelson) göre ise ortağı Cohle yalnızlıktan hoşlanıyor olabilir ama pek çok insan ortak bir fayda için ibadethanelerde bir araya gelmeyi anlamlı buluyor. Üstelik din olmasaydı dünya cinayetin ve ahlaksızlığın hüküm sürdüğü bir yer olurdu.
True Detective'in başrollerinde Woody Harrelson ve Matthew McConaughey var.Dizinin yaratıcı ve yöneticisi, yazar Nic Pizzolato’nun kalemi Cohle karakterini daha ayrıntılı biçimde çizse de True Detective önüne çıkan herkese özen gösteriyor, kulak kesiliyor. Bir delinin kehanette bulunmasının, bir katilin bilge laflar etmesinin, bir suçlunun doğru yolu göstermesinin şaşırtıcı olmadığı bir dünya bu.

Pizzolato kimin neye inandığıyla değil, neden hayatının o anda bulunduğu noktasında olduğuyla ilgileniyor. Neyi seçti? Nelerden vazgeçti? Seçimi bir tercihin eseri miydi, güçsüzlüğünün kaçınılmaz sonucu mu?

True Detective bu sayede “katil kim?” yerine “biz kimiz?”le ilgilenen bir hikayeye dönüşüyor. Türün çığır açan ve az bilinen eserlerinden The King In Yellow (Robert W. Chambers) başta olmak üzere korku edebiyatının kodlarının diziye serpiştirilmesinin de etkisiyle, kimin katil olduğunun bilinmediği bir polisiyeden çok, herkesin yaratık/şeytan olabileceği ve kimin insan olduğunun bilinmediği bir korku filmini andırıyor.

Pizzolato’nun Cohle’un ve Hart’ın temsil ettiği dünyalara bu kadar eşit mesafede durması, bu hikayeyle arasında “Bir yazar tüm karakterlerini anlamalıdır”dan öte bir bağı olabileceğini düşündürdü bana. Ufak bir araştırma, çocukluğu ve ilk gençliğinin, dizinin mekanı Lousiana’da ve daha önemlisi Katolik okullarında geçtiğini gösterdi.

Şimdi Cohle ve Hart’ın, Pizzolato’nun içinde bir zamanlar veya halen süren bir kavganın iki tarafı olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki rüyalarda görülen herkesin rüyayı görenin bir parçasını temsil ettiği söylenir, True Detective de Pizzolato’nun gördüğü/kurduğu bir rüya olduğuna göre Cohle ve Hart’ta onu bulmak sürpriz sayılmaz.

“Peki bu rüya/dizi nasıl biter?” diye düşündüğümde (hikayenin sonuyla ilgili tahmin yürütmek ve dilekte bulunmak dizi izleyiciliğinin şanındandır) aklıma Cohle’un “Her rüyanın sonunda bir canavar vardır,” lafı geliyor. Pizzolato henüz seyretmediğim son üç bölümde aynı yoldan gitmeye devam ederse bu rüyanın sonundaki canavar ne katil, ne de Tanrı, bizzat insanın kendisi çıkabilir.

YORUMLAR




DİĞER HABERLER