Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Karantinanı hangi Office karakteriyle geçirmek istersin?

Her şey inanılmaz değil mi? 

Eski, normal gündemimizde korkunç film ve dizi kritiklerimizle bu site üzerinden buluşmaya devam etseydik eğer ben şu anda İstanbul Film Festivali’ni takip ediyor olacaktım. Hepsinde sadece Kerem Ayan’ın DJ’lik yaptığı partilere gidecek, bütçeden epey kısılmış yiyecek içecekleri not edecek, akredite basın kartımla günde en az beş film seyretmek için evden çıkıp bunların en az üç tanesinde uyuyakalacak, istediğim her şeyi izleyebilmenin verdiği rahatlıkla hiçbir şey izlemek zorunda olmadan gecelere akacak ve sonra biri festivalin genel ruh hali, diğeri de sevdiğim filmler sıralaması olarak iki yazı yazacaktım.

Şimdi ise şehirlerarası ulaşım yasağı var, İstanbul’u bir daha ne zaman görürüm bilmiyorum ve film seyretmek yerine evimin balkonundan sokağı seyredip ne zaman korona olacağımı düşünüyorum. 

Valla kim yazdıysa filmin bu sezonunu güzel yazmış, her şey biraz hızlı gelişiyor yalnız, anlatsalardı inanmazdım ama yaşayınca gerçek oluyormuş.

Karantina başlayınca ben de herkes gibi yüksek bir enerjiyle girdim bu tek kişilik dünyaya. Evde zaman geçirmekle ilgili bir sorunum zaten hiçbir zaman olmadı, farklı ne olabilirdi ki?

Farklı pek çok şey olabiliyormuş.

Bir kere sürü psikolojisi gibi sürü delirmesi diye bir şey varmış. Herkes delirince siz delirmeden olmuyor, sizin de herkesle birlikte belli bir oranda delirmeniz gerekiyor. Can sıkıntısıyla ilgili özel bir sorunum yok, zaten metropol standartlarında sokağa adım atmamalı bir karantina yaşamıyorum. Bu köy hayatında dışarıyla ilişkim o kadar kesilmiş değil. 

Ama zaten genel olarak odaklanmayla ilgili sorunu olan biriyken şu an hayatımda hiçbir şeye dikkatimi beş dakikadan fazla veremiyorum. Hayatımda hiçbir zaman bu kadar uzun süredir bir şey okumadığım, izleyemediğim, yazmadığım bir süre olmamıştı. 

Karantina başlarken bir ‘to do list’ yapmışım. İşlerle ilgili… Bu yazıyı yazarken önümde o liste açık, bakıyorum. İçinde yok yok. Yaklaşık 20 küsur maddelik bir iş listesi, aklıma gelen her şeyi eklemişim. Onu da yazarsın, bunu yazarsın, günlük de tutarsın, yeni romanına da başlarsın, aslansın, kaplansın listesi… Bir tek maddenin yanına bile tik atmadım henüz. 

Bir ay önce hazırladığım bu listenin bir maddesi de Ekranella’ya The Office yaz! Şu an listede bir maddenin yanına tik atabilmek için burada, karşınızda, sosyal mesafemle ve gittikçe gerilen sinirlerimle karşınızdayım.

Karantina başladığından beri izleyebildiğim tek şey The Office oldu. Tamamen bu süreçten bağımsız olarak başlamıştım ve bu sanırım beşinci kere baştan sona izleyişim. Hep böyle oluyor. Aşırı beğendiğim bir kaç sahne ve espri var. Sonra onları Youtube’dan izlerken kendimi sezonları yeniden izlemeye başlamış buluyorum. Bu süreçte de çok iyi gidiyor çünkü bir şey takip etmek zorunda değilsiniz. Yaklaşık 25’er dakikalık bölümler var ve sizin sadece gülmeniz gerekiyor. Özetle The Office budur benim için. Karantina için yaratılmış gibi. 

Ve ne tesadüf ki bu yıl The Office’in yayınlanmasının 15’inci senesiymiş. İlk sezonunu izlediğim dönemi hatırlıyorum. Beşiktaş’taki Yedi-Sekiz Hasanpaşa’dan tuzlu kurabiyeler alıp arkadaşlarımın evine gider kapanırdık. Ve art arda izlerdik. Yedi-Sekiz Hasanpaşa’dan bir daha tuzlu kurabiye alabilecek miyim acaba? Sahibi 65 yaş üstüydü kesin evden çıkamıyordur artık. Çırağı da 20 yaş altındaydı artık o da evindedir. 

Tartışmasız bence dünyanın en komik dizisi The Office. Yani tabii ki pek çok daha kaliteli, daha niş, daha kendi mizahıma yakın dizi var elbette ama hiç biri The Office kadar bu sarsıcı kahkaha etkisini yaratmıyor. 

Bunun en büyük nedeni bence size bir duyguyu çok rahat geçirmesi. Zaten genel olarak izlediğim bir şeyde başarı düzeyini bana bir duyguyu geçirebilmesi üzerinden ölçerim. 

The Office’de bize geçen duygunun adı ise utanç. Başkası adına utanmak dediğimiz şey aslında biraz can acıtan ve üzen bir his. Türkiye’de yaşadığımız için, zaten başkası adına utanmak dediğimiz şeyi pek sık, en fazla gün aşırı erteleyerek yaşıyoruz. Ben Türkiye’de yaşayan ve twitter takip eden bir Türk olarak gün içinde zaten pek çok kere başkası adına sık sık utanıyorum.

The Office’deki utanç ise yani yerin dibine girsem de bu anı görmesem düzeyinde bir utanç. Ve yapılan bazı şeyleri elimi yüzüme kapatarak falan izliyorum (ellerimi yıkadıktan sonra tabii).

The Office’i diğerlerinden apayrı yere koyan bazı faktörler var ki zaten hiçbir başarının tesadüf olmayacağını da bunlar gösteriyor bize. 

Bir kere tabii ki Steve Carell faktörü var. 

Carell bence tarihin en iyi oyuncularından biri. Sadece nüanslar, mimikler ve bakışlarla Michael Scott denen ofis müdürünü öyle bir hale büründürüyor ki kurgu olup anlatılsa inanmayacağınız absürtlükteki Michael Scott’un varlığı neredeyse gerçek bir hal alıyor. Ve o kadar gerçek ve elbette o kadar utanç verici bir insan ki o dakikadan itibaren Michael Scott ne yaparsa yapsın çok komik oluyor. Üstüne yapışan tüm saçmalıklar, akıl dışı abuklamalar, sahte kimlikler, bilinç akışları... hepsi hem bir yandan aşırı mantıklı hem de bir yandan inanılmaz mantıksız. Ama hepsinin utanç verici olduğu kesin.

Ve dünya üstünde bu rolü herhalde sadece Steve Carell bu kadar iyi oynayabilirdi. Asla boş geçmiyor. Asla vaz geçmiyor ve her zaman bir malzemesi var elinde. Bir karakteri bu kadar itici ve bu kadar antipatik yapabilmek ve üstelik bunu komedide yapabilmek mucize bir şey bence. Carell, The Office’den sonra en sevdiğim oyunculardan biri oldu. (Bu performansına en yakın bulduğum şey de The Foxcatcher’daki halidir. Orada da acıklı bir Michael Scott var, izlemeyenlere şiddetle öneririm). Türkiye’de en yakın örneği olarak Burhan Altıntop’u verebilirim ama herhalde Steve Carell böyle bir kıyaslama yaptığımı duysa beni öldürürdü. Aslında Michael Scott’a çok yakın başka bir örneğimiz daha var. Sanırım o daha doğru olur: Cüneyt Özdemir. Cüneyt Özdemir’in kendini ciddiye almasıyla Michael Scott’ın kendini ciddiye alması eşit derecede aynı. Ve ciddi olduklarını sandıkları için ikisi de son derece komik ve utanç verici bence. 

Tabii Steve Carell işin büyük kısmını üstüne alıyor ama The Office’in başarısı sadece onunla bitmiyor. Hoş Carell yedinci sezonun ortasında ayrıldıktan sonra dizi hiçbir zaman eski başarısını tutturamıyor ama yine de izletiyor kendini.

The Office’te hiçbir şey tesadüf değil aslında ama bize tüm bu komedi sanki tesadüfmüş gibi veriliyor ki bence bu da ikinci büyük sırrı. Tüm komedi milimetrik hesaplarla işleniyor. Ve bunun nedeni de bence çekim tekniği. Gerçek bir ofisin içine bir belgesel ekibi sokulmuş numarası bence komedi dizileri tarihinin Amerika’yı keşfi gibi bir şey. Yine gerçeklik hissi kullanılıyor. Ofisin içinde bir belgesel ekibi var ve aslında normal olan şeyleri çekiyorlar. Ofis elemanları kameraya röportaj veriyor, belgesel ekibi bir espri olduğunda mimik yakalıyor, aktüel kamera sürekli hareketli ve gizli kamera köşelerde çıtaya yakmış sanki gerçek ofis ekibini kovalıyor. Gerçek değil biliyoruz ama her şey o kadar reality şov gibi ki karşı koyamıyoruz.

İnanılmaz bir cast var The Office’de. En sevdiğim karakteri bir türlü bulamıyorum çünkü hepsi çok iyi. Yani çılgın bir Michael Scott fanıyım onu biliyorum ama diğerlerini de ayıramıyorum. Hepsi birbirinden manyak. Sevmediklerimi söyleyebilirim belki; Stanley’i, Creed’i ve sonra üstüne büyük rol yıkılan ve altından asla kalkamayan Andy’yi sevmiyorum pek. Bir detay daha vereyim size Meredith’in aslında bir striptiz kulübünde garson olduğunu ve ekibin onu orada keşfedip dizi ikinci sezon onayı beklerken görüşmeleri orada yaptığını biliyor muydunuz?

Tabii dizinin diğer dinamosu da Pam ve Jim aşkı. Resepsiyoncu kızla ofisin yakışıklı erkeğinin ilk sezondan itibaren romansı sezonlara yayılarak o kadar iyi veriliyor ki bunu da takip etmeden duramıyorum.

The Office’in genel başarısının sırrı bence şahane bir ekibin yazıyor olması, karakterlerini çok iyi tanımaları ve onları tamamıyla absürt bir mizah üstünden inandırıcı kılmaları… 

Toplam dokuz sezon oynayan dizinin tabii ki Steve Carell’lı ilk yedi sezonu olağanüstü. En sevdiğim bölümler ise basketbol maçı, ofiste homofobi yenme çalışmaları, ilk yardım çalışması ve Dwight’ın Hannibal Lecter maskesi taktığı bölüm (aklıma geldikçe gülüyorum. Sanırım Youtube’dan şu an bir kere daha izleyeceğim), Pam ve Jim’in iki bölümlük Niagara Şelalesi’ndeki evlenmeleri, Michael’ın alkolik Meredith’i saçlarından sürükleyerek kliniğe yatırmaya çalışması, Michael’ın Pam’in annesiyle yatması, tüm ofisin Phyliss’in osuruğunu tartıştıkları bölüm, aşırı katolik Angela’nın en sevdiği kitabın Bible olması (bir diğerinin ki de Da Vinci Code mesela) ve yangın tatbikatı bölümü. Bunlar ve binlercesi tabii ki.

Karantinayla beraber yeni geyikle rde türedi işte; karantinanızı hangi yazarla, hangi yönetmenle geçirmek istersiniz diye. Hiçbiriyle geçirmek istemem, herkesi öldürebilirim gibi bir his var içimde. Aynı soruyu The Office için sorarsam hangi karakterle geçirmek istersiniz diye ne cevap verirsiniz acaba? Ben tüm ofisi alıyorum, bu karantinamı zaten şu ana kadar başından sonuna kadar onlarla geçirmiş durumdayım. 

To do list’im nerede? Buradaymış. 

Check!

 

YİĞİT KARAAHMET



YORUMLAR




DİĞER HABERLER