Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
İki dünya arasında

Acelesizce, belki kararsızca, bir oraya bir buraya saparak yol alan filmler artık çok yok. En sonuncuları belki - iyi zamanında - Wim Wenders yapmıştı; Olayların Gidişi / Der Stand der Dinge, Zamanın Akışında / ImLauf der Zeit, Alice Kentlerde / Alice in den Städten gibi, niyetleri isimlerinden de az çok belli olan 70 ortaları filmleri. Bunlar bir letarjinin, bir beklemenin filmleridir. Batılı toplumlar için 68’in son vaadleri ya da vaad eder gibi oldukları da sönmüştür, karakterler kendilerini tam da tanımlanmayan bir arafta bulurlar. Giderek çelik ağlarını sağlamlaştıran sisteme mi katılacaklardır yoksa başka bir şey mi deneyeceklerdir? New age, pop maneviyat, reklamcılık, internet alemi, cinsel çeşitlemeler vb.? Ki öyle de olur. Bizzat Wenders ve karakterleri kendilerini aşağı yukarı Himmel Über Berlin / Arzunun Kanatları’ndan sonra ılık, duygusal bir ruhaniliğe bırakırlar.   

Kristen Stewart, Sils Maria'da.

Ama bir ya da iki kuşak sonra, bütün bu katların arasına sıkışmış, giderek nereye ait olduklarını pek de bilmeyen, esasen tuzu kuru erkek çocukları romantizmi olan bu akışın içinde pek de rahat edemeyen karakterler türeyecektir. Bunların da kendilerine göre yeni mütereddit, içten içe gerilimli bir hareket hattı olacaktır. Kızlar, oğlanlar, gay karakterler… Oğlanlardan Donnie Darko geliyor aklıma, aşırı bir örnek belki ama, ya da Whiplash’deki genç erkek; kızlardan ise son zamanlarda Olivier Assayas’ın son iki filminde hemen hemen aynı rolü oynayan Kristen Stewart’ın canlandırdığı kızlar; Sils Maria/Ve Perde ve Personal Shopper/Hayalet Hikayesi.

Kristen Stewart, Personal Shopper'da.

Yerleşiklikle sorunları olan ya da ‘yerleşikliğe tam yerleşememiş’ bu iki kız da yeni yerleşiklikler merdiveninde sağlam konumlar edinmiş iki kadının asistanı, yardımcısı gibiler. Bir işler yapılıyor, gösteri ya da (ikinci filmde) gösteriş dünyası ile ilgili bir şeyler, ve iki kız da bu alemi ayakta tutmak için gereken - aslında - ağır işçiliği üstlenmişler. Paris’ten Londra’ya seyahat edip durmak, tam da ne idüğü belli olmayan bir ‘medya figürü’nün giyeceği elbiseleri ya da mücevherleri oradan oraya taşımak için ise yeknesak ve sıkıcı. Bir kimlik değil daha doğrusu; ‘personal shopper’lık yani ‘özel alışverişcilik’ adının ima ettiği kadar da havalı bir pozisyon değil. Bu kızlar free takılıyor ya da free-lance işler yapıyor gibiler de değiller de. İşleri tam bir iş değil, kendilerini ortaya koyabildikleri bir alan değil, ‘başka - daha iyi?- bir şey’ gelene kadar oyalandıkları bir ara alan. Kaç yaşına kadar ‘personal shopper’ olunabilir, diye düşünüyor insan Maureen’in seçtiği pırıltılı elbislerle hiç de ilgili olmayan iş yükünü ve trafiğini seyrederken.  

Öte yandan Maureen Cartwright’ın kendine ait bir hikayesi de var. ‘Madde alemi’nin giysi ve aksesuarlarının ötesindeki ‘mana alemi’nde sezgileri ile var olan Maureen’in kendi tabiriyle ‘medyum’ tarafı bu. İnsan niye bu tarafını da işe dönüştürmüyor Maureen diye düşünüyor filmi seyrederken. ‘Personal shopper’lıktan daha iyi bir iş varsa o da ‘personal guru’luk olmalı bu yaşadığı (yaşadığımız) sanal alemlerde. Ama hayır, medyumluğu Maureen’in kısa bir zaman önce ölmüş erkek kardeşiyle paylaştığı özel, ‘sahici’, ‘gerçek’ - bu kelimelerin bir anlamı tartışmalıysa da artık - bir alan. 

Personal Shopper, Maureen’i ikiye bölen madde alemiyle mana alemi arasında Maureen’in benimsediği kadar işlevsel bir şizofreni ile ilerliyor (hop hayaletler, hop Paris butikleri) ve ne bir hayalet filmi, ne tam polisiye ne de tam ‘psikolojik bir portre’ filmi olmadığı için hesap vermekle ilgilenmeden, kendine özgü bir ritm, tarz ve hikaye (ve hikayeleme) tutturuyor.  İşin içine teknoloji, cep telefonundaki hayaletler vb. giriyor ve gerilim artıyorsa da Maureen sonuçta görünmez bir varlığın kurbanı olmuyor gerçekten. Hatta ister istemez onu takip ettiği sonucuna varabileceğimiz ‘varlık’ ya da ‘ruh’, aslında Maureen’e şu ‘kendine dönüşlü’ soruları sordurmaya yarıyor: ‘Var mısın? Benimle oyun mu oynuyorsun? Yoksa ben mi kuruyorum?’ Bilmiyoruz, ruh muhtemelen zararsız, belki erkek kardeşi, belki değil. Bildiğimiz bir şey varsa, Maureen’e kendi hayatıyla ilgili temel bir soruyu işaret etmek üzere orada olduğu; ‘Kimsin?’

Kim Maureen gerçekten? Biliyoruz ve bilmiyoruz. Eski tariflerle açıklanmayan, kadim ‘Kendini Bil!’ düsturunu da artık işe yaratamayacak çağımızın bir kahramanı galiba. Personal Shopper, ruhlarla cep telefonlarının, kanlı canlı bedenlerle hayaletlerin, içgörüyle banal gündelik hayatın, haute couture’la tişörtün, 19. yüzyıl hayalet hikayeleriyle özgür kız hikayelerinin birbirlerine karıştıkları, ille birbirlerini açıklamadıkları ama yan yana olmak dolayısıyla yeni (kentli, Batılı?) bir varolma durumuna işaret ettikleri, kah yavaş, uzun, kah gerilimli, hareketli, açıklanabilen ve açıklanamayan sırlarla dolu, türlere sığmayan, giderek kendini kabul ettiren, sinemadan çıktıktan sonra da akılda dolaşıp durmakta ısrar eden bir film. Belki büyük bir film değildir, ama sanıyorum zaman içinde ‘çıktığı zaman hemen tüketilemeyen o filmlerden biri’ demekten başka bir şey olmayan ‘kült filmi’ statüsüne erişmesi sürpriz olmayacak.            

***************** 

Michael Oldroyd’un ilginç küçük filmi Lady Macbeth de başka bir genç kadının kaderini, 19. yüzyılda drahomasını teşkil eden küçük toprak parçası ‘ilişiğinde’ bir toprak ağasıyla evlendirilen taşralı bir kızın ne pahasına olursa olsun ayakta kalma mücadelesini ele alıyor. Filmin çocuk denecek kadar genç kadın kahramanı, bazı sahnelerde ‘hanım’ kıyafetini kuşanıp kocaman bir divanın tam ortasına oturuyor. Genellikle bir düşünce ve hesap anı bu onun için. Film de tam bu sahnenin simetrisine uygun biçimde çalışıyor. Kahramanımız önce, kendisine layık görülen köle-eş statüsüne uymayı reddederek sempatimizi, sonra daha öteye giderek bu boş evlilikte, içinde bulunduğu boş evde şehvet kartını oynamaya cesaret ederek dehşetle karışık hayranlığımızı kazanıyor. (Bir çeşit Emma Bovary gibi.) Ama filmin bize sunduğu açmaz, bu okkanın altına gitmeme kararının, bu özgürlük arayışının genç kızın etrafındaki başkalarının özgürlüğü pahasına gelişeceğini yavaş yavaş anlamamız. Aydınlık yüzden karanlık yüze geçerken roller değişiyor, cinsiyet ve özgürlük kartı, etraftaki başkalarının aleyhine olacak şekilde ırk ve sınıf kartının ileri sürülmesiyle anlam değiştiriyor. Genç kadın işte o zaman bir nevi Lady Macbeth ‘oluyor’, nezdimizde bir çeşit yırtıcı hayvana dönüşüyor. Bu filmde Emily Bronte de var Bataille da Foucault da, aynı zamanda Rebecca ya da Leave Her to Heaven gibi yüksek Hollywood melodramlarının çok daha cilalanmış, keskin bir yüzü de… Çaresizlikten yırtıcılık, kıstırılmış hayvan korkusu (hatta kokusu), özgürlük arayışının yıkıcılığa dönüşmesi, nefsin sınırları gibi Aydınlanma’dan bu yana tıptan dine, edebiyattan felsefeye kadar insanları hep meşgul etmiş temalar…   

Gene Tierney, Leave Her to Heaven'da. 

 

FATİH ÖZGÜVEN

 

KÜNYELER:

Personal Shopper, 2016

Yönetmen: Olivier Assayas

Senaryo: Olivier Assayas

Oyuncular: Kristen Stewart, Lars Eidinger, Pamela Betsy Cooper, Aurelia Petit

  

Lady Macbeth, 2016

Yönetmen: William Oldroyd

Senaryo: Nikolai Leskov, Alice Birch

Oyuncular: Florence Pugh, Cosmo Jarvis, Christopher Fairbank

 

 

YORUMLAR




DİĞER HABERLER