Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Gökdelenlerin arasında, göğü gören bir sinema salonu

Bryant Park’ta akşamüzeri. Büyük bir kalabalık hızla parka doğru adım adım ilerliyor, parkın girişinde sıra oluşmuş, güvenlik görevlileri gelenlerin çantalarını arıyor. Hava gökdelenlerin iki yanına uzandığı sokaklarda boğucu sıcak ama terletmiyor; fakat esen rüzgar bile fayda etmiyor, yanmış yağ kokusu getiriyor.

New York’un, daha doğrusu Manhattan’ın ilginç bir yanı var. Her ne kadar uzaktan, güneş batarken ya da gece, binaların ışıkları bulutları bile aydınlatırken muazzam, ihtişamlı bir manzara yaratsa da şehrin içine girince bir ihtişamdan çok izdihama tanık olunuyor. Dört bir taraftan sürekli yükselen siren sesleri ender sükunet anlarına nokta koyuyor. Uzaktan insanın gözünü boyayan uzun boylu binalar, yakından devler dünyasında bir cüceymiş gibi hissettiriyor insana kendini. Yaşanan bunca büyük hayatın altında mı, yoksa dikilen bunca büyük binanın altında mı eziliyor insan, sanırım bu sorunun net bir cevabı yok. Ancak bu şehir insana nefes aldırmasını da -ilginçtir- çok iyi biliyor.

Hiç beklemediğiniz bir beton kütle dolu yolun sonunda, bir anda yemyeşil, uzun boylu -tıpkı binalar gibi- ağaçlarla çevrelenmiş bir park, şehre nefes veriyor, şehrin insanlarının nefes almasını sağlıyor. Kendi hayatlarından kaçmak, en azından bir süreliğine hayatlarına ara vermek isteyen insanlar bu parklara doluşuyor. Öğle yemeğini bir sandviçle geçirmeye razı geliyorlar ama hiç değilse gözlerini kapattıklarında kuş seslerini duyabiliyor, göğe baktıklarında ağaçların dallarında gezinen güvercinleri izleyebiliyorlar. Tabii arada bir siren sesi bozuyor bu manzarayı ve gerçekliğe dönüş başlıyor.

Bryant Park da bu parklardan biri. Şehrin göbeğinde, iş merkezlerinin, plazaların ortasında, beşinci caddeyle altıncı cadde arasında bulunuyor. Sırtını şehrin ‘’landmark’’larından biri olan New York Public Library’ye yaslamış, diğer ucundaysa büyük bir sahne ve sinema perdesi var. Kenarlarında gökdelenlere kafa tutan uzun boylu ağaçlar, ortasında kocaman bir çim alan bulunuyor. Wafflecılar, küçük mobil pastaneler ve iki lokanta da cabası.

25 yıldır her yaz burada HBO film festivali düzenliyor. Pazartesi akşamları çimenliğin üzeri -bugünkü gibi- New Yorkerlarla doluyor. Her türlü insana ev sahipliği yapıyor yani park; çünkü New Yorkerlık bunu gerektiriyor!

Yaşı biraz geçmiş, çimenliğe uzanırsa belini de çimlerin üzerinde bırakacak olanlar genelde parkın kenarlarında, yeşil sandalyelerde oturuyorlar ve sayıları azımsanmayacak kadar çok.

Hemen arkamda kitap okurken uyuyakalmış, kitabı da göğsüne düşmüş bir kız var. Yirmili yaşlarında, yalnız gelmiş gibi duruyor. Onun önünde beyaz bir örtünün üzerinde cips-kola keyfi yapan dört kişilik bir çekirdek aile. İki çocuğun da yaşı anne-baba olunabilecek yaş ama anne-babalarının ellerinden tutup getirmişler belli ki. İşten küçük bir kaçamak yapıyorlar, ebeveynleriyse büyük ihtimalle emekliliğin keyfini sürüyorlar. Diğer yanımda Hindistanlı bir kız, altına boyfriend bir kot geçirmiş üzerindeyse hip bir tişört var, bol, efil efil. Isaac Asimov’un bir öyküsünü okuyor, A4 kağıda çıktı almış. Öykü bitince de çantasından bilgisayarını çıkarıyor ve öyküyle ilgili yazılmış yazılara göz gezdiriyor. Bir yandan da müzik dinliyor. Arkasında 10-12 kişilik bir arkadaş grubu var, işten çıkıp da gelmiş gibiler, kızlı erkekli. Bir yandan atıştırıyor, bir yandan da kahkahalar eşliğinde sohbet ediyorlar. Karşı kaldırımdaki Whole Foods’dan yiyecek/içecek bir şeyler alıp, yeşil-beyaz kareli gömlekleri ve renkli çoraplarıyla parka gelen insanların sayısı epeyi fazla. Bunlar New York’un hipsterları sanırım. Farklı olmaya çalışırken aynı olmayı, bir ordu kurmayı becerebilenler. Keyifleri yerlerinde, sakalları bakımlı ve uzun.

Yavaş yavaş hava kararıyor, parkın etrafındaki gökdelenlerin ışıkları yanmaya, en azından belirgin olmaya başlıyor. Perde (mecazen) açılıyor, önce alkış kopuyor, sonra alkışlar ve haykırışlar yerini keskin bir sessizliğe bırakıyor. Film başlıyor.

Billy Wilder’ın yönettiği Sabrina. Genç, güzel ama kendine güvenmeyen, büyük hayatlar yaşayan, paraya para demeyen Larrabee ailesinin şoförünün kızının adı Sabrina. Larrabee’lerin küçük oğlu David’e aşık ama David onun varlığından bile haberdar olmayan bir çapkın. Sabrina’yı Audrey Hepburn oynuyor, perdede belirdiği anda da yeniden bir alkış curcunası patlak veriyor. Hepburn zamanın üzerine çıkmayı becermiş bir kadın, bir ikon. Bugün hala Hollywood’un ve dünya sinemasının güzellik anlayışına hakim. Amelie’nin çekiciliği de ona dayanıyor, Anne Hathaway’in elmacık kemikleri de.

Larrabee’ler New York’un yaklaşık otuz kilometre dışında, Long Island’da yaşıyorlar. Kendilerine ait bir köyleri var neredeyse, bir kasabaları. Ve herkes birbirini tanıyor elbette. Ahlaksızlığın, insanların arkalarından çevrilen oyunların, çıkar ilişkileri için sürdürülen dostlukların içinde, siyah-beyaz filmin en beyaz sahnesi gibi Sabrina. Fakat bu saflığı, güzelliğinin önüne bir engel oluyor her zaman. David’e olan aşkından intihara bile kalkışıyor ve bu olayın ardından da Fransa’ya gönderiliyor. Fransa’da hayatla, güzel yemeklerle, kadının dişiliği ve çekiciliğiyle de tanışıyor bir nevi. Long Island’a geri dönmeden önce, babasına yazdığı son mektubunda ‘’Ben burada yaşamaktan ve hatta aşktan kaçmanın anlamsızlığını fark ettim,’’ diyor. Ve kendine güven kazanmış, Avrupalılaşmış Sabrina, gittiği gibi gelmiyor, değişiyor.

Çapkın David, ‘’yazılacak bir kız’’ gördüğü heyecanıyla tren istasyonunda rastlıyor Sabrina’ya ve tanımıyor onu. Arabasına alıyor, evine bırakmak için gaza basıyor. Fakat ‘’ev’’ diye geldikleri yer Larrabee’lerin evi. ‘’E, ben de burada oturuyorum,’’ diyor David. ‘’Biliyorum,’’ cevabını veriyor Sabrina. Ve evlilik arifesindeki David -işte böyle bir çapkınlık onunkisi-, yeni bir aşka yelken açmak için rüzgara karşı açıyor yelkenleri. Sabrina’nın babası uyarıyor kızını: ‘’Ay’a ulaşmaya çalışıyorsun!’’ Oysa bu defa Ay, Sabrina’ya ulaşmaya çalışıyor.

Tabii ki Larabee’lerin kokuşmuş hayatlarının içine girince Sabrina’nın da başlıyor başı yanmaya. Ailenin en soğukkanlı, işlerin başını yürüten abisi Linus (Humphrey Bogart) da abayı yakıyor ona. Aile Sabrina’yı, şoförün kızını kendilerinden uzaklaştırmaya çalışırken bir anda hayatlarının orta noktasına yerleşiyor Sabrina. Audrey Hepburn’un güzelliğiyle bile açıklanabilir bu; kirli hayatların içinde bir parlak, beyaz sayfa olmasıyla da…

Filmin sonu, abi-kardeşin kendi aralarında yaşayacakları bir ikilemle geliyor. Hangisi gerçekten Sabrina’yı seviyor? Onunla aynı gemiye atlayıp, burnunu Paris’e ve yepyeni bir hayata doğrultmaya cesaret edebilecek biri var mı aralarında? İzliyor, görüyoruz. Var. Alkış patlıyor ve perdede ‘’The End’’ yazısı beliriyor.  

Arada bir yağmur çiselese, sirenler bağırınsa da, gökdelenlerin arasında, göğü gören bir sinema salonuna dönüşüyor Bryant Park pazartesi akşamları. Larrabee’lerin şoförü, Sabrina’nın babası ‘’Burası Long Island, ne kadar cennet olabilir ki?’’ diye soruyor. Benim aklımda da başka bir soru: ‘’Burası Manhattan, ne kadar cennet olabilir ki?’’

 

Editörün notu: Editörün aklında da bambaşka bir soru: Bir İstanbul Masalı, ne kadar Sabrina uyarlaması olabilir ki?

 

DERİN KOÇER

YORUMLAR




DİĞER HABERLER