Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
First Man: Ay’ın yüzeyinde yuvarlanan bilezik

Bir dakika! Spoiler konusunda aşırı hassassanız, filmi izlemeden önce okumasanız daha iyi olur.

Gökyüzüne baktığımızda ‘çok da uzak değilmiş gibi’ gözüken Ay’da, bir yaşamın hikâyesi de yaşamaya devam ediyor, tek başına.

Ay’a ilk defa ayak basan astronot Neil Armstrong’un, henüz çocukken kaybettiği kızının öyküsü bu. Bir bileziğin, kendiyle hesaplaşmasının son ayağını, başka bir gezegene bırakmış bir babanın hikâyesi…

Armstrong ile ‘normal bir hayat yaşamak için’ evleniyor Janet Shearon. O, ‘diğerleri gibi’ değil; sıradan bir yaşam da bu yüzden bahşedemiyor eşine. İkinci çocukları, kızları Karen, henüz çocukken hayatını kaybediyor. Onarılamaz bir yara açılıyor ailenin tarihinde. Armstrong, bir nevi kayboluyor kendi hayatının içinde ve NASA’ya iş başvurusu yapıyor. Evden zaman çalıp, kendini daha ‘huzurlu’ hissettiği bir yere, hırslarını tatmin edecek bir ortama geçiş yapmaya çalışıyor sanki. Çocuğunu kaybetmiş olmanın verdiği acıyı, kızının kolundan çıkardığı bileziği çalışma odasındaki bir çekmecenin karanlık noktasına gömmeye çalışıyor.

‘Sıradan bir hayat’ın, Ay’a uzanan hikâyesi de aslında böylece başlamış oluyor. Ve öykünün sonu, hiç değilse Karen ve üzerinden kızının bedenini atamayan Armstrong için, o uzun yolculuğun sonunda geliyor. Çekmeceden çıkıp, astronotla beraber uzaya yolculuk yapan o bileziği Armstrong, Ay’ın yüzeyindeki bir çukurun içine bırakıyor. O bilezik, belki de bugün, 50 yıl sonra, hâlâ Ay’ın yüzeyinde yuvarlanıyordur. Ve Armstrong, belki de bugün, hâlâ Karen’ı görüyordur gözünün her salıncak çıktığında. Kim bilebilir?

Büyük adamların, olayların, ‘adımların’ ardından çok hikâye uydurulur. Yalanlarla, yanlış bilgilerle, onlara ait olmayan öykülerle yaşamaya devam ederler böylece. Söylemedikleri sözler koşturur peşlerinden

Belki bir ‘Sahte Efsaneler Kitabı’ yazmak bile mümkündür bunlarla.

First Man’i (Ay’da İlk İnsan) izlerken, ister istemez aklımdan ‘Karen’ın bileziğini’ de sorguladım. Gerçekten Armstrong -bir basın toplantısında ‘imkânınız olsa yanınızda ne götürürsünüz’ diye soran muhabire ‘daha fazla yakıt’ cevabını veren Armstrong- yanında götürmüş müydü kızının bileziğini? Bize anlatılan hikâyelerin, böyle bir güzelliği var işte: Onlara inanarak yaşamayı tercih edebiliyoruz. Ben de izlediğim öyküye inanmayı tercih ettim sonunda. NASA’da ilk iş görüşmesine girdiğinde, kaybettiği kızının yapacağı işi etkileyip etkilemeyeceği sorulduğunda, ‘her şey onunla alakalı aslında’ diyen adamın hikayesine inanmaya karar verdim. Çünkü, inanmak istemesek de bazen, herkesin kişisel – kendine özel – bir öyküsü var günün sonunda.

Geceleri gökyüzüne baktığımda, Karen’ı ve kendisiyle hesaplaşan o adamı hatırlayabileceğimi düşündüm. Derin bir sessizliğe gömülen o adamı…

First Man, en çok o sessizliği hissettiriyor insana. Hollywood’un güzel, şatafatlı, uzun ve motivasyon dolu pasajlarını okumuyor Armstrong. Ya da ağlayarak, kahkahalara boğularak, hayatın iki ucunda çırpınıp durarak yaşamıyor hiçbir şeyi. Popüler Amerikan sinemasına uymayan her şey var onda: Sakin, robotik, duygularını kontrol altına alabilen bir mühendis. Sadece, Ay’a ilk adımı atmış olan adam işte… Kimsenin anti-kahraman olduğunu kabul etmek istemeyeceği, gerçek bir anti-kahraman.

Yönetmen Damien Chazelle ve senarist Josh Singer da sadık kalmışlar kahramanlarına. Armstrong’un tartışma yaratan siyasi açıklamalarından da Soğuk Savaş’ın gümbürtüsünden de uzak durmuşlar. Sovyetlerin uzay maceraları, arka planda çalan bir müzikten fazlası değil. Ay’daki Amerikan bayrağı dalgalanıyor mu, görmüyoruz bile. ABD Başkanı Trump’ın ‘bu çok fena bir durum’ dediği, Amerikan milliyetçilerinin kendi kendilerine söylendikleri, Ay’a kadar ulaşmıyor. Armstrong’a odaklanmış, onu canlandıran Ryan Gosling’e yakın çekim yapmışlar daha çok. Kendisiyle beraber uzaya giden Buzz Aldrin (Corey Stall) ve Mike Collins’e (Lukas Haas) bile hemen hiç süre vermemişler. Armstrong’un sessizliğinin arkasındaki hüznü; kızını kaybetmiş, çocuklarından uzak durmayı tercih etmiş babayı; evi kadar eşine de yabancı bir kocayı; arkadaşlarının cenazelerine katılmak zorunda kalmış, test yolculuklarında kendisinin de ölebileceğini öğrenmiş bir pilotu anlatmışlar. Yetenekli, zeki, çalışkan, lider bir adamı; kusurlarıyla, kayıp bakışlarıyla perdeye taşımışlar. İyi de yapmışlar, doğrusu.

Fakat benim asıl merak ettiğim noktaya, ‘sonrasına’ gitmemişler hiç. Ay’a ilk adımı attıktan, o yabancı gezegenin kumvari zemininde kendi ayak izini hayretle seyrettikten, bir başka ‘cihan’dan Dünya’ya baktıktan sonra, ne aynı kalabilir ki? Sanırım kalamaz. Armstrong’un da toplumdan uzakta, kendi kendine bir hayat yaşamayı tercih ettiğini düşününce, bir nebze emin olabiliyorum. Ne kadar küçük gözüküyordur her şey, o kadar uzaktan her şeyin ne kadar küçük gözüktüklerini fark ettikten sonra…

 

 

DERİN KOÇER



 

YORUMLAR




DİĞER HABERLER