Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Doruk Önal'ın festival izlenimleri #01
33. İstanbul Film Festivali 4 Nisan günü görkemli bir açılışla yaptı. 5-20 Nisan tarihleri arasında söyleşiler, partiler, konserlerle bezeli bu festival, şehri (özellikle Avrupa yakasını) kuşatacak ve sanırım ilgililerine nefes alma imkanı verecek. Zira günde üç, dört film izlemek hiç bu kadar keyifli olmuyor.

Festivalin ilk gününde üç filmi izleme fırsatım oldu. Philomena/Umudun Peşinde ve The Grand Budapest Hotel zaten ilgi çeken, merakla beklenen filmlerdi. The Invisible Woman/Görünmez Kadın ise Charles Dickens'ın genç Nelly ile aşkını anlatan melankolik bir film.

Philomena/Umudun Peşinde (2013)

Festivalin açılış filmi olan Philomena, yaşanmış bir hikayeyi anlatıyor. Elli yıl önce çocuğunun izini kaybetmiş bir annenin canlanan hatıraları, bir umudun peşinde İrlanda'dan Amerika'ya doğru yol almasına neden olur. Philomena hasbelkader gazeteci/yazar Martin Sixsmith ile tanışır. Birbirlerine zıt bu iki karakterin diyalogları, yaşanmış trajik bir hikayenin, komedi unsurlarıyla bezenmesiyle daha da ilgi çekici ve izlenesi bir film ortaya çıkarmış. Stephen Frears'ın yönettiği filme, Martin karakterini canlandıran Steve Coogan filmi demek yanlış olmaz. Bunun yanı sıra Judi Dench'in şahane performansı görülmeye değer.

Martin, edebi yazılarla ilgilenmeyen, gazetecilikten elini eteğini çekmiş, Rus Tarihi üzerine yazma planları içerisinde olan, agresif ve kendini beğenmiş biridir. Philomena ise oğlu elinden alınmasına rağmen yıllarca onu aramış, umudunu kaybetmemiş, hayatı basit yaşayan, dini inancı kuvvetli, pozitif bir kadın. İrlanda'da yaşanan buna benzer skandallardan sadece biri Philomena'nın öyküsü. Zaten öykünün gerçekliği bir çok anlamda -eğer film bir kurgu ürünü olsaydı- filmin ucuz ve basit olmasının önüne geçiyor.

Hızlı gelişen olay örgüsü, yer yer kopukluk yaşayan anlatı ve elli yıllık bir mücadelenin bir çırpıda çözülmesi filmin handikapları. Yine de son ana kadar sizi şaşırtan unsurlar, bunların üzerini örtmeyi başarmış. Film bu sıradışı, tekil hikayeye odaklanıp, olayın toplumsal boyutunu biraz arka plana itmiş olsa da, Martin ve Philomena arasındaki karşıtlıklardan yararlanarak dinin insan üzerindeki etkisini sorgulamaktan geri kalmıyor.
 
The Grand Budapest Hotel / Büyük Budapeşte Oteli (2014)


İzlemek için sebep arıyorsanız, bu görsele bakınız.

Berlin Film Festivali'nde 'Büyük Jüri Ödülü'nün sahibi olan Wes Anderson yapımı bu film, içe açılan kapılar misali 1985'ten başlayıp 1968'de duraklıyor ve oradan da hikayede biraz sonra başlayacak savaşın öncesi olan 1932'ye uzanıyor. Filmin mizah dozu, arkada yaşanan toplumsal-tarihsel dönüşümü gölgede bıraksa da, Nazileri andıran üniformalıların oteli işgali ve otelin mimari dönüşümü gözlerden kaçmıyor.

Zengin bir oyuncu kadrosuna sahip olan film, bununla ön plana çıksa da kadronun ekmeğini yiyen bir yapım değil. Stefan Zweig'ın eserlerinden etkilenen Anderson, oyuncular üzerindeki etkisinden tutun da, film için özel yapım 'Elmalı Oğlan' tablosuna, hayali para birimlerindeki ince işçiliğe kadar el atmış. Büyük Budapeşte Oteli sahibinin kim olduğunu kimsenin bilmediği fakat çok meşhur ve özellikle zengin kadınların oranın çalışanı Gustave için gittiği şaşaalı bir otel. Zengin ve yaşlı Madam D.'nin ölümü, macera dolu olayların başlangıcına sebep olur. Baş şüpheli Gustave'dır. Yardımcısı Zero (Sıfır) sayesinde, hapishaneden kaçışı, gizem dolu ölümlerin ardındaki sır perdesinin aralanması, ardı ardına yaşanan cinayetler, kovalamaca soluksuz bir seyif keyfi sunuyor.

Üç paragrafta anlatılamayacak kadar fazla detayı olan bu film, aşırı estetize edilmiş tasarımlarıyla, eskiye olan özlemi çağrıştıran bir görselliğe ve anlatıma sahip. Film genel olarak 1930'ların hayal edilmiş Doğu Avrupası'nda geçiyor. 1968 yılında otelin sahibi olan Zero (Sıfır) Mustafa, bu sahip olma öyküsünü 1932 yılına, otelde çalışmaya başladığı güne giderek anlatmaya başlıyor. İlk andan itibaren içine alan, kıvrak bir zekanın ürünü olan film yılın ve festivalin en dikkat çekici yapımlarından birisi.
 
The Invisible Woman/Görünmez Kadın (2013)


Filmde her şeyden öte, kostümler göz kamaştırıyor.

Festivalde bir Ralph Fiennes filmi daha. Fakat bu sefer oyunculukla yetinmeyen Fiennes, filmin yönetmen koltuğuna oturmuş. Başarılı bir dönem filmi denilebilecek olan film, özelikle kostüm tasarımlarıyla ön plana çıkıyor. Yer yer sıkıcı bir melodrama dönüşen bu film, oyuncuların abartısız performanslarıyla keyif veriyor.

Fiennes'ın canlandırdığı Charles Dickens'ın hayatının bir bölümünü anlatan bu filmi genellikle aşk yaşadığı genç Nelly'nin gözünden izliyoruz. Nelly babası vefat etmiş, üç kız kardeşi ve annesiyle birlikte zorlu koşullarda yaşamaya çalışan, Dickens'ın edebiyatına -herkes gibi- hayranlık duyan genç bir kadındır. Bir şekilde Dickens'ın tiyatrosunda oyuncu olarak kendisine yer bulur ve aralarında geçecek bir aşkın da tohumları atılır. Bu aşk Dickens'ın neredeyse bir düzine çocuğa sahip karısıyla boşanmasına, başını alıp giden dedikodulara ve sonu belirsiz bir beraberliğe doğru yol alır.

Nelly, Dickens'ın ölümünden sonra eski hayatını bir kenara bırakıp evlenmiştir. Öğretmenlik yapmaktadır ve bir çocuğu vardır. Film Dickens'lı anılar ve şimdi ile gidip gelen bir çizgide ilerliyor. Boğucu ve karanlık atmosferi ile dönem ruhunu yansıtan görselliği filmin dramatik havasına fazlasıyla katkı sağlıyor Dönemin politik duruşu, sanat camiasının insanlarına içeriden bakışı, kadın bedeninin, özgürlüklerin kısmen de olsa tartışılması, evlilik, aile gibi kavramlar filmin merkezine yerleşen aşk hikayesini bir örümcek ağı gibi örüyor. En azından Dickens hayranlarının severek izleyeceği bir film.
 
YORUMLAR




DİĞER HABERLER