Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Daha karanlık, daha korkunç

Pandemi nedeniyle işleri yolunda gitmeyen sektörlerden biri de diziler oldu (Set emekçilerini ayırıyorum ama starlar para alamadı diye de ağlayacak halim yok şu anda). Pek çok dizi ya ara verdi ya da çekilemiyor. ‘Nerede kaldın ölüyoruz Succession üçüncü sezon’ diye özete bağlamak istiyorum, bu pek beceremediğimi hissettiğim giriş bölümünü. 

Bu çekilemeyen diziler dünyasından ise artık gerçekten bir illuminati projesi olduğuna emin olduğum The Crown ekranlarımızda beliriverdi. Artık ne yaptı ne etti, parayı nasıl denkleştirdi, neredeyse en az dörtte üçü risk grubunda oyuncularını nasıl ikna edip sete soktular bilmiyorum ama dördüncü sezonunu geçtiğimiz günlerde Netflix’ten yasladılar. Valla açık söyleyeyim baştan beri serinin büyük takipçisiyim. Bir kere müthiş bir prodüksiyon, e zenginlik izlemek de her halükarda zevkli bir şey, kostümdü mücevherdi saraydı, ay ben de prenses olsam kesin böyle davranırdım derken akıp gidiyor maşallah. Ama itiraf etmeliyim geçen sezon itibarıyla biraz baymaya başlamıştı aslında. Kostüm mücevher de bir yere kadar bir süre sonra şişiriyor insanı. 

Bu sezona artık iyice sıkmış ve saçmalamışlardır herhalde diye başladım ama ters köşeye yatıp lafımı yutarak şu an karşınızdayım. 

Dördüncü sezon bu zamana kadar yapılanların arasında en iyisi bana kalırsa. 

Kendimizi bildik bileli İngiltere tahtında olan ve ölmemeye yeminli, artık iktidarının kaçıncı senesi olduğunu takip etmenin imkansız olduğu Elizabeth’imizin 80’li yıllara denk gelen dönemini ele alıyor dördüncü sezon. (Dünya üstünde Elizabeth’in faniliğe kazık çakmasını hayretler içinde izleyen birisini daha tanıyorum. Adı Charles ve İngiltere’de yaşıyor. Ay onun durumu diziden çok bağımsız olarak da aşırı ilginç değil mi. Kral olmayı bekliyorsun, bekliyorsun, bekliyorsun ama günün sonunda anan ölümsüz çıkıyor. Gel Shakespeare vatandaş, trajedinin hası burada). 

Her sezona konuk olan karakterler arasına bu sezonda Elizabeth’in asırlara yayılan iktidarından tanıdık iki figür giriyor. Biri Demir Lady Margaret Thatcher İngiltere’nin ilk kadın başbakanı olarak ve Gillian Anderson tarafından aşırı kastırılıp ara ara Olacak O Kadar’daki Levent Kırca parodisine dönerek karşımızda. Bir diğer tanıdık sima ise mutsuz, hüzünlü, halkın sevgilisi ve Paris’te bir alt geçitte arkasında sırlarıyla birlikte hayata veda eden biricik Lady Dianamız. Lady Di’yi makyaja boğmaya o kadar gerek görmemişler çünkü hayat veren aktris Emma Corin zaten neredeyse aynısı. Lady Di’de parayı merhum prensesin stiline harcamışlar tüm ikonik kıyafetler neredeyse birebir uyarlanmış.

Bu iki kadının Queen Elizabeth’le olan ilişkilerinin damga vurduğu bu sezonu diğerlerinden ayıran ve bence çok başka bir yere koyan tat ise bu sefer yaratıcı ekibin bizi monarşinin bambaşka bir yüzüyle tanıştırmaları. 

Bu sezonla birlikte monarşiye hayranlık duymak ya da özenmek mümkün değil; neredeyse acıma ve nefrete kayan bir yerden izletiyorlar bu garip ailenin hayatını. Bütün o pırıltının, elmasların, kürklerin arkasında yatan şey, kararan ve karardıkça daha da acınası bir hale bürünen bir paçavra aslında. Tüm aile baştan sona bir acıklılık zinciri gibi. 

Şu ana kadar monarşinin görkemi üzerine kurulan ya da bizim öyle olduğunu sandığımız bir şovu dördüncü sezonu itibarıyla böyle bir yere çekmeyi başarmaları gerçek bir yaratıcılık zaferi diye düşünüyorum. Çektikleri yer ise pırıltı değil daha ziyade koyu bir karanlık. 

Dördüncü sezonu Queen Elizabeth’in at üstünde askeri kıyafetlerle ordusunu selamladığı sahneyle başlatarak zaten bizi kraliçenin militer yönüyle tanıştırıyorlar. İlk bölüm IRA üstüne ve İrlanda cayır cayır sokak isyanlarıyla yanarken bu seçilmiş ailenin meseleye bakışı ve cehaletiyle ilerliyoruz. Daha ilk bölümle beraber kraliyet yaldızı yavaş yavaş kararmaya başlıyor. Duygu olarak ana ailenin değil halkın yanındayız bu sezona girişte.

İkinci bölüm Thatcher’ları evlerinde ağırladıkları ve şimdiden efsaneler arasına girmiş olan, ailecek Ibble Dibble oyunu oynadıkları bölüm. Burada bu zamana kadar hissettirilmeyen şeyi Margaret Thatcher üstünden bize söylüyorlar. Berbat bir hafta sonu geçiren, neredeyse aşağılanan, kraliyetten tamamen apayrı bir karakter olan Thatcher ailesi Ibble Dibble performanslarıyla da zirve yaptıktan sonra evlerine döndüklerinde kraliyet ailesi için kendi aralarında ‘zevksiz ve kaba’ tabirini kullanıyorlar. O an düşünüp baktığınızda her şeye, tüm servete, ışıltıya, pırıltıya, prodüksiyona rağmen gerçekten de Elizabeth ve şürekası biraz zevksiz ve kaba insanlar değil mi? 

Tutundukları bir takım tuhaf adetler arasında birbirlerine karşı bile sevgilerini asla gösteremeyen bir takım zavallılar. Çocukların annelerini öptükten sonra teklemeden bir de o garip selamlarını vermek zorunda oldukları, aslında tanıdığımız bütün ailelerin arasında en garip olanlarından biri. 

Evet öyleler, çünkü dördüncü sezon bize bunu hissettirmek için elinden geleni yapıyor. O kadar iyi bir çatı kurmuşlar ki bu sezon için hayran kaldım. Neredeyse tüm yan karakterler monarşinin karanlığını ve korkunçluğunu vurgulamak için araya serpilmiş gibi. 

Thatcher’dan başlayarak, Diana’yı da işin içine katıp hikayeyi hiç beklemediğimiz bir yere eviriyorlar. Diana sevgisizliğin, anlayışsızlığın, iletişimsizliğin, formalitenin temsilcisi oluyor ve her şeye sahip olan bir hayaller prensesinden anoreksiya hastası, kafası klozetten kalkamayan bir genç kadına dönüyor. 

The Crown yaratıcılarının monarşiyi deşmeleri sadece Thatcher ve Diana üstünden de ilerlemiyor. Hiçbir şey bulamazlarsa av sahneleriyle vandallıklarını vurgulamışlar. Bitmeyen av seremonileri, av köşklerine asılmış geyik kellelerinin yanına bir tane eklemek için günlerce kovaladıkları güzelim hayvanlar aslında İngiltere’nin bu zamana kadar işgal ettiği, ele geçirdiği ve sömürdüğü yerlerin bir başka yansıması adeta. Prens Philip’in günlerce kovaladığı yaralı geyikle, ülkesi açlık içindeyken Arjantin’in bilmem neresindeki kurak toprağa savaş gemisi gönderen Elizabeth’in arzusu arasında nasıl bir fark var? 

Ya da aşırı asil kanları toplumsal olarak eleştirilmesin diye birinci derece kuzenlerini akıl hastanesine kapatmalarıyla mutsuzluktan kıvranan gelinlerinin telefonuna çıkmamaları bu ailenin soy manyaklığının bir başka versiyonu değil mi?

Herkesin mutsuz olduğu ama mutluymuş gibi yaptığı bir sezon izliyoruz bu yıl. Ve belki de ilk kez oyunculuklardan ve prodüksiyondan ziyade şovun gelişimi ilgimi çekiyor. 

Bu sezonun ardından The Crown 90’lara ve hepimizin hafızasında yer alan Paris’teki alt geçite hızla bir giriş yapacak gibi görünüyor. Ne hikmetse daha o son viraja gelmeden tartışmalar şimdiden başladı. Bu sezona kadar monarşinin sempati duyduğu hatta izledikleri bile söylenen dizide şimdi İngiltere Kültür Bakanlığı’nın yaptığı bir açıklamayla dizinin başında “izlenenlerin hayal ürünü olduğu”nun belirtilmesi isteniyor. Dördüncü sezonun karanlığı aileyi de rahatsız etmiş gibi.

İzlediklerimizin hayal ürünü olduğunu sanmıyorum. Sadece sabretmemiz ve beklememiz istenmiş gibi. Bu bekleyişin ardından dördüncü sezona geldiğimizde başka korkunç ve karanlık bir aileyle karşılaştık. Tıpkı dünya üstündeki diğerleri gibi… 

Para ve mücevher bu karanlığı kapatmıyor tam tersine cilasını kaldıran bir tinere dönüşüyor. 

The Crown’ın dördüncü sezonu epik bence. Kaçırılmasın.  

 

YİĞİT KARAAHMET



YORUMLAR




DİĞER HABERLER