Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Bizim hakikatimiz onların kurgusu: The Wire, The Sopranos, Tapeler

“Ucu politikacılara dokunduğu için üsleri tarafından engellenmek istenen bir soruşturmayı türlü yöntemlerle devam ettiren, neticeye ulaştıran ve sonunda bunun için cazalandırılan bir grup polisin hikayesi.” Hepimiz için çok aşina bir tınıya sahip bu ifade, üzerinde yaşadığımız ülkeyi onmaz biçimde sarsan 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasıyla ilgili değil, HBO efsanelerinden The Wire dizisinin tanıtım cümlelerinden.

Geçen sonbaharda The Sopranos ve The Killing dizilerinin Türk versiyonlarının çekildiğini duyunca içim burkulmuş ve Twitter hesabımdan, biraz da istihza ile, The Wire’ın Türk versiyonunu Samanyolu TV’den bekliyorum, bizde böyle bir hikaye için gerekli donanım bir tek onlarda var,” yazmıştım. Bundan birkaç ay sonra Tapeler isimli realite şov tadındaki iktidar dizisi vizyona girdi ve sezonun en çok takip edilen programı oldu.

İstatistiklere göre tapeler youtube sitesinde toplam 20.6 milyon kez izlenmiş. En çok reyting alan dizilerin Türkiye’de azami 10 milyonluk bir kitle tarafından seyredildiğini göz önüne alınca tapeler inanılmaz bir reytinge ulaşmış. Gerçekten de seçim öncesi günlerde hepimiz bu dizinin müptelası olduk. Ülke gündemine en kayıtsız olanımız bile akşamları bira ve çerezini alıp günün tapesini beklemeye koyuldu. Özünde kişisel mikroblog ve çokça ifşa-gösteri siteleri olan twitter ve facebook’ta bile kimse "varoluşsal spot dışavurumlarla" kendini anlatmaya cesaret edemedi.

Perşembe akşamları Anadolu şehirlerinin sokaklarında dolaşanlar fark etmiştir: Esmer ve mahzun edalı erkek toplulukları tren garlarının bekleme salonlarında, mahalle kahvelerinde, ucuz otellerin sıralandığı sokaklardaki birahanelerde toplaşır ve bir ayin ciddiyetinde Kurtlar Vadisi’ni seyreder.

Seçim öncesi günlerde biz sosyal medya sakinleri de en sevdiğimiz diziyi seyretmek için her akşam bilgisayarlarımızın başında toplandık ve içimizde gittikçe artan bir çaresizlik duygusuyla tapeleri dinledik. Her yayından sonra yöneticilerimizi hicveden -orantısız zeka ürünü zannettiğimiz- espriler yağmur gibi yağdı ama durumu hafifletmek bir yana öfkeyi daha da büyüttü. Ortaya dökülen pisliklerle dehşete kapılıyor öte yandan da "Artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz, olmamalı," gibi bir umuda kapılıyorduk.

Dizinin bu kadar tutmasında meçhul yapımcılarının emekleri de yadsınamaz. Ürünlerini popüler kılabilmek için müzik, altyazı ve hikayede süreklilik gibi ögelere ve montaja özen gösterdiler (bir de diğer popüler Türk dizileri gibi sahne aralarına İstanbul Boğazı manzaraları atsalar tam olacaktı). Yayın saati olarak prime time’dan şaşmadılar. Muntazaman ‘previously on’ fragmanları vererek seyircinin hikayeden kopmasını önlediler. Hafta içi meşgul izleyiciler için tatil günlerinde toplu tekrarlar bile yayınladılar. Önemli bölümler öncesi bir takım operasyonel sosyal medya hesaplarından ipuçlarıyla merak yarattılar. Beklenti o kadar yükseltilmişti ki 25 Mart gecesi herkes kendini çok sarsıcı bir sezon finaline hazırlamıştı. Olmadı. O gece tattığımız hayal kırıklığını bizlere en son Lost’un final bölümü yaşatmıştı.

The Wire'ın polisleri çatışmalar ve kaba kuvvetten çok, teknik takip ve dinleme peşindeydi.

Meraklıları bilir: Başlarken sözünü ettiğim HBO dizisi The Wire bir TV efsanesi olmaktan öte şimdilerde Harvard, Middlebury ve Duke gibi prestijli Amerikan üniversitelerinde ders konusu olacak kadar sofistike bir ürün. Baltimore şehrinin uyuşturucu bağımlıları, siyahi çeteleri, gay hırsızları ve bu çetelerin pervasızlığından rahatsız olan -kendileri de sorunlu- bir avuç polis etrafında şekillenen dizi, Amerikan devlet aygıtı ve parçalarının nasıl işlediğine dair çok sarih bir görüntü sunuyordu. Kısır eğitim, siyaset ve güvenlik politikalarıyla vasıfsızlığa ve işsizliğe iteklenen alt-gelir katmanından siyah gençlerin varlık gösterebilecekleri tek alan olan uyuşturucu ticaretini önlemek için harcanan beyhude çabaları, çekinmesiz ve kaderci bir dille hikaye ediyordu. Bu mücadelenin esas yöntemi de görkemli baskınlar, çatışmalar ve kaba kuvvet gibi geleneksel ve gösterişli polis yöntemleri değil, çoğu zaman sıkıcı ve yavaş ilerleyen teknik takip ve dinlemelerdi.

Dizinin sonunda bütün sistemi içten içe çürüten uyuşturucu belasının aslında yolsuzluğa batmış siyasi sistemin de en büyük dayanağı olduğu ortaya çıkıyordu. Basit sokak satıcılarını değil de bu ticaretten kazanılan parayı takip eden polisler şehri yöneten siyasetçilere ulaşıyordu. Ve soruşturma tam da o noktada sistemin bekası için alelacele sonlandırılıyordu. Fazlasıyla tanıdık geldi değil mi?

Bizim The Wire dizimiz de Türk devlet aygıtının nasıl işlediğine dair binlerce siyaset bilimi çalışmasından ve ağırbaşlı Birikim dergisi makalelerinden çok daha faydalı oldu. Tarihi boyunca gizemini ve derinliğini herşeye rağmen muhafaza edebilmiş TC devletinin nasıl işlediğine dair istemediğimiz kadar açık bir görüntü sundu. Siyaset, yargı, iş alemi ve medyanın hal-i pür melalini gözümüzün önüne serdi. Tabii ki yakın gelecekte Türk üniversitelerinde böyle bir ders açılmasını beklemek ya da tapelerin herhangi bir akademik araştırmaya konu edilmesini düşünmek bile düşünülemez.

Toplumsal bir misyonla siyasetin nasıl işlediğine dair fazlasıyla net ve korkutucu bir görüntü sunan tapeler, bir yandan da sistemin aktörlerinin insani yönlerine dair çok dokunaklı bir profil çiziyordu. İzleyenlerde bağımlılık yaratmasının en önemli sebebi belki de buydu.

Bir zaman zenginlerin de ağlayabileceğine şahit olmak için soap operalara/ucuz dizilere müptela olan bizler şimdi de iktidar obezi/zengini haline gelmiş yöneticilerimizin sıradan insani zaaflarına şahit oluyor ve içten içe seviniyorduk. Kendisi gibi düşünmeyen vatandaşlarını canlı yayında her gün 1833 kanaldan gırtlağını patlatırcasına azarlayan ve taciz eden yöneticimizin işadamı dostlarıyla telefonda iş takibi yaparken anlayışlı ve müşfik bir tarafı olduğunu da fark etmiş ve şaşırmıştık.

Tony Soprano, dizi ilerledikçe terapide iyileşmek şöyle dursun, daha becerikli ve güçlü bir kötü haline geldi.

Kahramanların kişisel dramları denince bir başka televizyon efsanesi The Sopranos’u anmadan olmaz. O hikayede köklü ve organize bir suç şebekesinin acımasız şefi Anthony Soprano iktidarını pekiştirmek için düşmanlarından ziyade kendi panik atak ve malihulya nöbetleriyle mücadele ediyordu. Onu psikiyatr koltuğuna ve terapiye kadar götüren bu mücadele seyirciye de kahramana dair bir iyileşme umudu veriyordu. Oysa kahramanımız hikaye ilerledikçe, terapinin de yardımıyla bırak iyileşmeyi daha becerikli ve güçlü bir kötü haline geliyor, iktidarını muhafaza etmek ve genişletmek için etrafındakileri daha etkin biçimde manipüle etmeyi öğreniyordu. Arkadaşlarıyla vakit geçirme saatleri, suç faaliyet envanteri ve planı çıkarılan saatlere dönüşmüştü. Seyirci olarak bütün kişisel dramlarına şahit olduğumuz ve bağlandığımız aile fertleri bile hikayenin sonunda bencil ve birbirinden şüphelenen sefil suç ortakları grubu haline gelmişti. Tony’nin “I’m anti-Midas, everything I touch turns into shit,” feryadı bu sürecin veciz bir ifadesiydi.

Dizi, kural tanımaz bir insan olsaydınız ve yaptığınız her şey yanınıza kalsaydı ne olurdu sorusuna cevap veriyordu: Sonunda kaçınılmaz biçimde melankolik, magaloman, çirkin, şiddet-sever ve iktidar obezi bir sosyopat haline geliyordunuz. Tabii ki bu kötümser tespit televizyon tarihinin en efsane ailesinin şefi hakkında. Bizim tape karakterlerimizle kurulabilecek her türlü benzerlik hayal yahut tesadüf ürünü.

Bu vesile ile The Wire ve The Sopranos’a saygımızı sunduktan sonra kendi gündemimize dönebiliriz. Artık geride kaldığına göre tape dizisi ve seçim hengamesinin soğukkanlı bir envanterini yapalım:

.

 Başbakan bile olsanız yetişkin oğlunuzla konuşurken sesi titreyen bir baba olmaktan kurtulamıyorsunuz. Aile, evet müşfik bir sığınak ama aile ilişkileri kimse için kolay değil.

.

 İlk tapelerden sonra hepimizi saran şaşkınlık ve dehşet hissi sonlara doğru kayıtsızlığa evrildi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz umudundan yola çıkıp sonunda nerede yaşadığımıza dair acı bir bilinç halini tekrar idrak ettik. .

.

 Başta usulen de olsa biraz tepki veren iktidar sahipleri ortaya dökülen pislikleri bir sure sonra inkara bile tenezzül etmediler. Artık dürüst, erdemli, başka kurum ve kişilere saygılı rolü bile yapmalarına gerek kalmadı. Tuhaf ama tapeler gene en çok onlara yaradı: Üzerlerinde fazlasıyla iğreti duran maskeleri bundan sonra taşımak zorunda kalmayacaklar.

.

25 Mart günü sarsıcı bir tapeyle sezon finali bekliyorduk ama finali 30 Mart’ta seçmen yaptı. Ve hiç şaşırtmadı. Bir kez daha anladık ki Türk seyircisi/seçmeni The Sopranos gibi karmaşık ve derin hikayelere iltifat etmiyor, iyi-kötü gibi yapay ve uygar ayrımlara pek ehemmiyet vermiyor. Basit, nobran ve muktedir görünüşlü karakterlere ise her daim meftun.

.

 Aklı başında hiçbir TV yapımcısı bundan sonra The Wire ve The Killing gibi dizilerin Türk versiyonlarını çekmeye yeltenmeyecek. Çünkü şu klişeyle bir kez daha yüzleştik: Bizim içinde yaşadığımız gerçek, batılıların soğuk ve hesaplı "noir" kurgularının çok daha ötesinde.

Bencileyin kayıtsızlar için yaşanan sürecin en kötü tarafı ise gündemden azade olma/politize olmama özgürlüğünün elimizden alınması. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği üzere Türkiye evlatlarına ne yazık ki kendinden başka bir şeyle meşgul olma şansı vermiyor.

YORUMLAR




DİĞER HABERLER