Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Aziz yukarı, Ansari aşağı

Birkaç ay önce, gece sabaha kavuşmaya başlarken Netflix’te Hasan Minhaj adında, Müslüman bir gencin yaptığı stand-up’a denk geldim. Bir kaç yerde okumuş, islamafobinin giderek yayıldığı dünyada ve İslam karşıtlığını kendi seçim propagandası olarak kullanan Trump’ın başkan seçildiği Amerika’da Minhaj’ın yüz binlerce, hatta milyonlarca insana ulaşabilmesine ve bu kitleleri kahkahaya boğabilmesine şaşıp kalmıştım. Ama unutmuş, izlememiştim.

Geceyi gün etmek pahasına olsa da uyumadan, yemeden, içmeden, soluksuz izledim Hasan Minhaj’ın gösterisini. California Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi okumuş, ailesi Hindistan’dan Amerika’ya göçmüş ve hayatı boyunca -akademinin sıralarında okuduğu/öğrendiği- ırkçılığa maruz kalmış belli ki. Ama aksansız, güzel bir İngilizce konuşuyordu, zaten Amerika’da doğmuş, yine orada büyümüştü. Amerikalıydı yani, yalnızca ailesinden kalma bir ırkı, dini, ten rengi vardı; bir de insanların ön yargıları, kalıpları. (New York’ta, birkaç ay sonra, bir kitapçıda Ta-Nehisi Coates’un Between the World and Me / Dünyayla Benim Aramda kitabıyla karşılaştım. Coates, az önceki cümleme inat diyordu ki: ‘’Irk, babadan değil ırkçılıktan mirastır aslında…’’)

Anlattığı her şey de aslında hayatı boyunca karşısında bulduğu ‘’o’’ insanlarla ilgiliydi. Müslüman olduğu, ‘’beyaz ailesi’’nin kalıplarına uymadığı için beraber baloya gidemediği ilk aşkından; New York’ta, alelade bir kafede karşılaştığı herhangi bir insana kadar… Sonra kızın başka bir Müslüman ile evlendiğini öğrenmesi, sosyal medyada mutluluk timsali fotoğraflarıyla karşılaşması, çocukluk aşkından bir türlü kurtulamaması… Evde, yerde kurulan sofralar; -sözde- babadan yenen dayaklar ve Hindistan’dan ansızın çıkagelen bir yeni insan: Kardeşi…

Çok komik, çok hüzünlü; ağlatan, kahkahaya boğan, hatta ağlarken kahkaha attıran onlarca hikaye gelip geçti sahneden; izleyen için anın büyüsünden ve yüklü bir duygu silsilesinden bahsetmek mümkün. Ancak gösteri bitince, sırtını koltuğun minderine yaslayan ve birkaç saniye gözlerini kapatıp biraz Minhaj’ın hikayeleri üzerine düşünen her insan anlayacaktır: Anlatıcının kendi o kadar Amerikalıdır ki, anlattığı her hikaye, her anı, her yeni gerçeklik bir noktada bir başka kalıbın içine oturmakta. Müslüman ailesi, mesela, birkaç klişeden öteye gidemiyor; Hintlilikleri -bana kalırsa- en klişe tabirle, alınlarındaki ben kadar. Minhaj beyaz kültüre, ırkçılığa, ötekileştirmeye savaş açarken kendi cephesinin hakikatini bir türlü anlatamıyor, bu yüzden izleyen yahut dinleyen de bir türlü Minhaj’ı anlamıyor, hayatına ortak olamıyor. Komedinin en büyük zaafına kapılıyor ve yalnızca gülüyor, unutuyor.

Gösterinin -bana kalırsa- bir diğer eksisi sadece ve sadece politik olması. Elbette marketten yahut bir sokak satıcısından simit alırken bile politik bir karar veriyor, hayatımızın her anında siyasete öyle ya da böyle bulaşıyoruz ancak, bütün bu ağır atmosfer eskisi gibi komik gelmiyor kimseye. Hayatın doğal akışı, tüketim alışkanlıkları, iletişim araçları değiştikçe; tükettiklerimizden beklentilerimiz de değişiyor ve bu, doğal olarak kaçınılmaz.

Öyle ki, ne zaman bir yerde Metin Akpınarlı, Zeki Alasyalı, Kemal Sunallı filmlerden bahsetmeye başlasam, karşıma ‘’Ben onlara pek de gülemiyorum,’’ diyen dostlar çıkıyor. Yeni nesil artık Zübük’ün siyasi yarışa dahil olmasını izlemek istemiyor ve bu, bizim suçumuz değil, doğrusunu söylemek gerekirse, o filmlerden hala keyif aldıklarını söyleyenler (kendimi de dahil ediyorum bu gruba) yalnızca işin nostaljisine kapılıyor ve yakından tanımadıkları o geçmişe, tarihe özeniyorlar, o kadar. Düşünün; dünyanın öte tarafındaki ünlü bir kadının on beş dakika önce, sokağa çıkarken giydiği tişört moda oluveriyor burada ya da bir Hollywood yakışıklısının birkaç saat önce nerede kahvaltı ettiğini, Van Kahvaltı Salonu’nda menemen yiyen bir genç kız hayranı öğrenebiliyor ve menemenden bagel’a geçiş yapmanın hayalini kuruyor. Herkes aynı kıyafetleri giymek, aynı manzaraya bakarak içki içmek, aynı lokantanın ücra köşesinde yemek yemek, aynı kahveciden kahve almak istiyor. Ve bütün bu ‘’apolitik’’ ortam, aslında tarihin en politik dünyasını yaratıyor. Ancak günlük hayattan beslenmeyen, bize benzemeyen, kendimizi göremediğimiz insanların hikayeleri, artık izlemeye yanaşmadığımız bir türü oluşturuyor kaçınılmaz olarak. (Tabii ki bu noktada ‘’gerçek olması imkansız’’ yapıtların yeri bir başka). Tam da bu sebeple hem kültürel anlamda dejenere olmuş, hem de bu ‘’yeni ezber’’i komedi olarak sunan Minhaj, sırtımı koltuğa verdiğimde ve gözlerimi kapatıp biraz düşündüğümde benden uzaklaştı.

 

Bir diğer Netflix’le kahvaltıya bağlanan geceyse, Aziz Ansari’yi keşfetmeme sebep oldu. Komediden bekleyişime küçük bir parantez açarsak, Ansari’ye girişimiz daha kolay olacaktır sanırım. Benim için komedi demek, beyaz saçları taralı ama dağınık, siyah kemik gözlükleriyle oynayıp duran Woody Allen, demek. 70’lerde uzun diyaloglar ve her cümlesinde şaka yapılmayan senaryolar, demek. Tam da bu yüzden, daha açılış sahnesinde vuruldum kaldım Master of None’a. Ekrandan isimler akıp giderken de zaten Woody Allenvari bir içerikle karşı karşıya olduğumu anladım. Yaratıcılarından ve yazarlarından biri, yönetmeni ve başrolü de Aziz Ansari’ydi.

Birkaç gün sonra uçağım New York’a indiğindeyse yeni bir efsanenin doğumuna şahitlik ettiğimden yana hiçbir şüphem kalmamıştı. New York’un sokaklarında, barlarında, komedi merkezlerinde komedyenliğe adım atan genç adam, tıpkı Woody Allen gibi hızla basamakları tırmanıyor, kendi mirasını inşa etmeye başlıyordu. Dizilerle ilgili giriştiğim her sohbette onun adı geçiyor, kitapçılarda onun kitabı karşıma çıkıyor (ki bu kitap bir mizah kitabı değil, bir sosyologla beraber hazırlanan bir inceleme kitabıydı: Modern Romance), herkes onu konuşuyordu. 2014’te Madison Square Park’ı doldurduğu stand-up gösterisinden de böylelikle haberdar oldum ve gecesinde izledim.

Aziz Ansari de tıpkı Minhaj gibi Hindistan’dan Amerika’ya göçen bir ailenin Amerika’da doğan ve büyüyen oğlu. O da Müslüman, onun da ten rengi beyaz değil ve onun da aksanı yok, İngilizcesi kusursuz. Ancak Minhaj’la bir noktada ayrılıyorlar: Ansari Amerikalılığının farkında ve siyasete de kökenlerine de Minhaj gibi takık değil. Tek malzemesini ırkçılıktan almıyor, beylik laflardan, klişeleşmiş tespitlerden kaçıyor. Şakasını yapıyor elbette ama izleyeni boğmuyor. ‘’Genel izleyici’’nin ondan beklediğini vermek gibi bir derdi yok, tersine, beklenmeyen köşeye vurmayı daha iyi beceriyor. Master of None’a kadar hiçbir Hintliyi oynamışlığı yok örneğin; ağzına ‘’cuk oturacak’’ sahte bir aksanla da komedi yapmıyor.

Master of None’da yaptığı tek şey, kendi hayatından, kentinden kesitleri sunmak. Canlandırdığı ve yarattığı New Yorklu genç komedyen Dev, kendi alter-ego’sundan başkası değil kuşkusuz. Ve gerçekten tam bir New Yorker hayatı yaşıyor Dev. Gerçekten ‘’hiçbir şeyin ustası’’ ama meraklı. En iyi taco’yu nerede yiyebileceğini öğrenmek için internette 45 dakikada dolanıyor mesela, mekana gittiğindeyse taco kalmadığını öğreniyor… Babasına (ki dizide ailesini oynayan insanlar, gerçek hayatta da annesi, babası, kuzeni…) iPad kullanmayı öğretiyor bir diğer bölümde, aynı zamanda da babasının Amerika’ya gelmeden önceki Hindistan’daki hayatından kesitler görüyor, Amerika’daki ilk günlerin zorluğunu da dinliyor. Ancak onun bu ‘’acıklı’’ hikayesinden de kaçmaya çalışıyor sürekli, çünkü sıkılıyor, çünkü onun hayatına çok uzak bütün bu ‘’eski gerçeklik’’… O, babasının çektiği acılardan, tutunmak için uğraştığı hayattan uzakta, Amerika’da bir Amerikalı gibi büyüyor sonuçta. Fakat Ansari’nin senaryodaki bu tutumu, dizinin televizyonda görmeye alışık olmadığımız kadar ırk temasını işlediği gerçeğini de değiştirmiyor, yalnızca klişe bir anlatıma, bağıran sloganlara ihtiyaç duymuyor. Hayatın olağan akışı, bu konuda zaten yeterince doyurucu.

Dizi daha çok günlük hayatın içinden aşkla, seksle, mutluluk sarhoşluğuyla ya da ebeveynlikle ilgili komik olduğunun farkında olmadığımız ama Ansari’nin sunumuyla kahkahaya boğulduğumuz tespitler üzerine kurulu. Ansari’nin tek kişilik gösterilerinin de küçük parçaları aslında bu ‘’mini-hikaye’’ler. Farklı ses tonuyla sahnede canlandırdığı insanları bu defa oyuncular konuşturuyor; bir de biletlilerce değil, herkesçe izleniyor.

Amerika’da kimi televizyon eleştirmenleri Ansari’nin yeni bir sitcom yarattığını ve bu yeni anlayışın aslında ‘’geleceği’’ temsil ettiğini söylüyorlar. Dünyanın How I Met Your Mother ile ezberlediği sitcom, artık Barney’nin her bölüm yaptığı ‘’bar-seks-takım elbise’’ şakalarından ibaret değil. Bir kısır döngünün ve her cümlede yapılan -çoğu zaman basit- espirilerin tutsağı olmaktan da çıkmış durumda. Günlük hayata, eşyanın doğasına yakın, babalara iPad kullanmayı öğretmek, evdeki internet kesintisiyle uğraşmak, bir kıza çıkma teklifi etmek kadar gerçek. Bu yüzden de eskisine nazaran çok daha kalıcı ve estetik sahibi.

Minhaj’ın adını kim, ne kadar duyar, emin değilim. Anlatacak yeni hikayeleri var mı, şüpheliyim. Ancak bugün, Ansari, dünyanın farklı noktalarında (Japonya, Paris, İtalya) belli sürelerle yaşamaya, elini ayağını internetten, sosyal medyadan, hatta maillerinden çekmeye, daha çok okumaya ve hikayeler biriktirmeye çalışıyor. Master of None’ın üçüncü sezonu için kendini yeterli bulmadığını, anlatacak yeni öykülere ihtiyaç duyduğunu söylemekten çekinmiyor. Kendinden başka insanların, kendi hikayesinden başka hayatları olduğunun farkında; onları keşfetmeye çalışıyor.

YORUMLAR




DİĞER HABERLER