Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Akıllıca tartışmalar, ahmakça yasaklar: 21’inci yüzyıla girebildik mi?

Bazen gerçekten özgürleşebilmek için kimi özgürlüklerimizden feragat etmemiz gerekebilir. Bu cümle benim gibi kendini “özgürlükçü”, “liberal” gibi kelimelerle tanımlayan birinin değil de Nazi Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in ağzından çıkmalı, biliyorum. Ama sınırsız özgürlüğün maliyetinin akıllı sınırlamalardan daha ağır olduğunu biliyorum. Sonuçta alkollü araç kullanan ahmak yalnızca kendi ölümüne sebebiyet vermiyor; başkalarının hayatlarını da tehlikeye atıyor. Bu yüzden alkollü araba kullanmak yasak (bu akıllı bir özgürlük sınırlaması); ama araba kullanmak ya da alkol içmek ayrı ayrı hukuk dışı değil. Zira öyle olsa bunlar, devlet gücünün ahmakça kullanımına girer ve -büyük ihtimalle- gücü elinde tutanların toplumun ahlak bekçiliğine soyunduğunu gösterir. Caiz değildir! 

Netflix, PuhuTv, BluTv gibi platformların Radyo ve Televizyon Üst Kurulu denetimine sokulmasını değerlendirirken de bu dengeyi ıskalamamak gerekiyor. Bu noktada ise yasanın kendisi değil, neden kullanılacağı önem kazanıyor. Zira sansür ya da ahlak bekçiliği 21’inci yüzyıla ait kavramlar değil, akılsız özgürlük kısıtlamalarının parçası; öte yandan bu platformları da annelerinin karnından henüz çıkmış, temiz ve saf çocuklar olarak görmek de ahmakça. Hatta yaşanan büyük toplumsal dönüşümün (isteyen buna Endüstri 4.0 desin, isteyen benim gibi ‘bilgi-sonrası çağ’) tetikleyeceği yeni siyasetin ana katmanlarından birisinin üzerinde geziniyoruz ama farkında değiliz. Çünkü tartışmamız gereken yeni siyaseti değil, geçmişin yobazlıklarını tabağımıza koyup duruyorlar. Netflix’te The Great Hack belgeselinin yayına girdiği günlerde bizim hâlâ ceberrut sansür mekanizmalarını konuşuyor olmamız durumu özetliyor. 

İçinden geçtiğimiz ‘büyük dönüşüm’e, dolayısıyla asıl tartışmamız gereken ‘özgürlük sınırlamalarına’ gelince belgesele daha yakından bakacağım ama önce yapmak zorunda kaldığımız sansür tartışmasının neden bu yüzyıla ait olmadığını konuşmak lazım: Aslında Goebbels neden değilse, sansür de o yüzden değil. Hatta, ikisi de hiçbir zaman insanlığı meşgul etmemeliydi. Çünkü özgürlüğü ahmakça budayan herkes ve her şey yalnızca tarihin akışını yavaşlatıyor ama günün sonunda tarih çarkının altında ezilip yok oluyor. 

Sansürün ne kadar ahmakça bir mekanizma olduğunu bir kez daha anlatmak gerekirse…

Steven Pinker Enlightenment Now kitabında güzel özetliyor: İnsan, ilerlemeye muhtaç bir varlık. Bunun sebeplerini yaratılışımızdan ayrı düşünmek akıllıca değil. İnsanı ileriye götüren üç ana motivasyon olduğuna inanıyorum. İlki: Can sıkıntısı. Bu hepimizin ortak özelliği aslında. Dünya üzerindeki bütün paraya ve güce hükmetsek bile sabah kalkınca yapacak bir işimizin olması gerekiyor. Bill Gates öylesine kafayı sıyırdı ki Afrika’daki kimi hastalıkların kökünü tek başına kazımaya çalışıyor. Daha yerel ve küçük ölçeklisi olsun: Bir ödül töreninde siyasi otoritenin desteklediği diziyle alay etti diye televizyonlardan sürülen Okan Bayülgen, bütün parasını bara-lokantaya yatırdı, İstanbul’da Kabare açtı. “Neden?” diye soranlara “Bir şeyler yapmam, sabah kalkınca bir yerlere gitmem lazımdı,” diyor şimdi. İnsanın canı sıkılır. Bir şeyler yapması gerekir. Ve yapar. Kültürden, müzikten, coğrafyadan bağımsızdır bu. Bizim için de geçerlidir. 

İkinci motivasyon, kabul etmesi en zor olandır: Zorunda kalmak. İnsanlığın en büyük sıçramaları yaptığı dönemler, hep kıtlığın, savaşın, kanın gırla gittiği dönemlerdir. 2000 yıldan uzun süre en hızlı giden araç saatte 16 kilometre yaparken, insanoğlu İkinci Dünya Savaşı’nda hem bu hızı 1000’e katlayan V1/V2 füzelerini yapmıştır hem ilk radar sistemini kurmuştur hem de ilk modern bilgisayarın temelini atmıştır. Yahut TRT’de Leyla ile Mecnun’u yayınlayan Burak Aksak ve Onur Ünlü, RTÜK’ün alkol yasağını üzüm yiyip sarhoş olan karakterlerle delmiştir. Kuyruğu kapıya sıkışan kedi gibidir insanoğlu; zorunda kalınca kendini kurtarmayı bilir. 

Fakat bunların ötesinde, insanın hiçbir zaman daha kutsalını üretemeyeceği bir kavram yatmakta: Özgürlük. “Zincirlerinden kurtulmuş” bir insan tanımına hiçbir zaman kavuşamasaydık, belki de bugünkü anlamıyla “insan” hiç olamayacak, “insanca” yaşayamayacaktı. İlerlemenin temel koşulu özgür olmaktır. Zihinleri barikatlarla çevrilen, aykırı düşünenleri “cadı” ilan edilen, sansürlenen, sürülen toplumlar, geri kalmaya mahkumdurlar. Sulanmayan çiçekler nasıl büyümez, filizlenmezlerse; akılları ve vicdanları özgür olmayan toplumlar da ürün veremez, ileriye gidemezler. 

Bütün bunların ötesinde bir devletin, vatandaşlarının ne izlediğine karışmaya çalışması, ne giyeceklerine müdahale etmesinden farksızdır. İnternet, tişörtten daha yeni bir kavram diye farklı bir özgürlük kazanında kaynamıyor. Üzerinde çıplak kadın olan tişörtle insanlar sokağa çıkabiliyor, sokakta öpüşebiliyor, sigara içebiliyorsa… Bütün bunları ekranlardan uzak tutmak akılsızcadır. Ya da ne giyeceğimizin, nerede öpüşebileceğimizin ya da sigara tellendirebileceğimizin güvencesi kalmamış demektir. 

Başka bir pratik ahmaklık da tabii ki devletin koyabileceği hemen hemen bütün yasakların aşılabilir olduğunu göz ardı etmek. Twitter’a erişim engeli varken tweet atan cumhurbaşkanı gördük. Porno siteleri yasaklandı da insanlar porno izlemeyi mi bıraktı sanki? (Süleyman Demirel’in “Neden genelevleri kapatmıyorsunuz?” sorusuna verdiği iddia edilen cevap geliyor insanın aklına: “Kapatalım da vatandaş bizi mi s.ksin?”.) Ayrıca cinsel içeriklere çocukları ulaşmasın isteyen aileler, internet erişimine sınırlamalar getirme olanağına sahip. Hâl böyleyken internete dokunan, sansür mekanizmalarını çalıştıran bir devlet yönetiminin yalnızca vatandaşının aklıyla alay ettiği sonucuna varıyorum ben. 

“Özgürlük” elbette insanın yarattığı bir mittir, hayaldir. Ama tarihin çarklarının katlanan hızlarla dönmesini sağlamış bir mittir bu. Pinker’ın da kitabında insanlığın ilerleyişinde radikal değişime sebep olan bir dönüm noktası olarak aklın özgürleştirilmesini göstermesinin sebebi budur. Özgürlük miti yaratıldıktan sonra özgürlüğe sırtını dönen her fikir ve uygulama iflas eder. Özgürlükten daha güçlü bir hikâye henüz yazılamadı. RTÜK adına ihbar inceleyen bıyıklı abilerin de, köşelerinden Netflix’i şikayet eden ahlakçı yazarların da böylesi bir hikâyeyi tarihe armağan edebileceğini düşünmek pek akıllıca değil. Anca kim kimi öpmüş, ona bakadururlar. 

Sansürün ne kadar ahmakça bir halt olduğuna dair bir şeyler daha okumak istemeyenler, buradan başlayabilir

Buraya kadar sıraladıklarım, aslında konusunun dahi artık açılmaması gereken, hantal meselelerdi. Peki aslında neyi tartışmamız lazım? Ahlak zorbası yasaklardan uzak dururken, Netflix gibi devleri nasıl ve neden denetlememiz gerektiğini tartışmamız lazım elbette. Yeni özgürlük hattı burası. 

Yeni Goebbelsleri Netflix gibi platformlar doğuruyor aslında. The Great Hack’in anlattığı da bu: Cambridge Analytica (CA) meselesi, özgürlüğün ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Öyle ki, bir veri analiz ve siyasi danışmanlık şirketi, Facebook’tan akan kişiye özgü verileri kullanarak ABD’li seçmenin duygu dünyasına nüfuz etti. Bireylerin öfke/korku gibi güçlü ama manipüle edilmeye açık duygularını kullanarak seçim sonucuna etki etti. Netflix ya da Facebook ne kadar ‘iyi niyetli’, hatta apolitik olursa olsun, ‘kötüler’ var. O ‘kötüler’in imal ettiği algoritmaların Donald Trump’ı ABD Başkanı seçtirip seçtirmediği konusunda hâlâ net bir cevaba sahip değiliz. Benzer bir felaketin bir daha yaşanmayacağına dair de herhangi bir güvencemiz yok. The Great Hack’in çizdiği manzara, kişisel veriler meselesi için hâlâ mücadelenin toplumsal bir zemin kazanmamış olduğu. The New School profesörü David Caroll, hepimiz için -neredeyse tek başına- savaşmaya devam ediyor. CA’nın ipliğinin pazara çıkarılmasında rol oynayan, şirketin eski yöneticilerinden Brittany Kaiser gibilerin ise ellerine geçen fırsatı iyi değerlendirip karşı cepheye geçtiklerini görüyoruz. 

Aslında mesele, yalnızca CA’dan, Facebook’tan ya da kişisel verilerin korunmasından ibaret değil; çok daha büyük. Veri analiz-Strateji şirketi FutureBright Group’un kurucusu Akan Abdula’nın TEDx konuşmasında özetlediği gibi: “Öngörülebilir insan”ın inşasına tanıklık ediyoruz. Her ne kadar Netflix binlerce film/dizi/belgesel seçeneği yaratsa da Facebook’ta her ne kadar ‘arkadaş’ ve hatta ‘komün/sosyal grup’ bulma imkanı önümüze serilse de özgürleşmiyoruz, sınırlarımızı genişletmiyoruz. Tersine, kişiliğinin sınırları, beğendikleri, beğenebilecekleri, arkadaş olmak isteyebilecekleri, ağlayacakları, gülecekleri, sevecekleri ve tiksinecekleri algoritmalar tarafından öngörülen, buna göre de önüne ne çıkacağı belirlenen veri grupları hâline geliyoruz. Son dönemin sevilen diliyle söylemek gerekirse: Yankı odalarına hapsoluyoruz. 

Bunun tek sebebiyse Netflix’in bize daha çok içerik izletmek istemesi ya da Facebook’un ilgi manyağı bir çocuk gibi “Bende daha çok zaman geçir” diyen hırsı. CA olayının ortaya çıkması sonucu verilen 5 milyar dolar da bu hırsı köreltmeyecek. Düşünün, Facebook’un kurucu ortaklarından Chris Hughes, The New York Times’a yazdığı makalede Amerikan devletini “şirketi dağıtmaya” çağırdı. 2020 yılında gerçekleşecek ABD Başkanlığı seçimlerinin popüler aday adaylarından Senatör Elizabeth Warren da bu çağrıyı yineledi. Harvard’da okurken ‘manita dedikodusu’ yapmak için açtığı site sonucunda milyarlarca insanın gününün önemli bir kısmında ne göreceğine (Facebook, Instagram ve WhatsApp) karar veren bir insan var artık hayatımızda. 

Netflixgiller de Zuckerberg’in ‘oyuncaklarından’ farklı değil. Serdar Kuzuloğlu’nun blogunda yaptığı derlemeyi özetleyerek aktarmak gerekirse: Karşımızda 150 milyondan fazla aboneye sahip bir video ağı var. Fakat her kullanıcının yaptığı tercihlere dayanarak biriktirdiği şahsi verileri, önlerine ne çıkacağına da yön veriyor. Yani, Abdula’nın tabiriyle, sistem kullanıcıyı ‘öngörülebilirleştiriyor’. Bu süreç öylesine uç noktalara varmış ki kullanıcıların ana ekranda gördükleri filmlerin afişleri bile onlara özgülenerek çekiliyor. Misal teknoloji hastası bir arkadaşım The Great Hack’in afişinde teknolojik çağrışımlar yapan bir görselle karşılaşırken ben, -güzel bir kadın dahi olmayan- belgeselin ana aktrislerinden Brittany Kaiser’in çekilmiş en ateşli fotoğrafıyla karşılaşıyorum! (Netflix bir kere ifşa etmiş vaziyeti, nereye kadar saklayabilirim?:)) 

Büyük veri meselesinin ipini göğüsleyenlerden veri analisti Seth Steven-Davidowitz’in Everybody Lies: Big Data, New Data kitabında da haklı olarak söylediği gibi, herkes -kendisi dahil- hemen hemen herkese yalan söylüyor; ama internete değil. Örneğin ABD, ilk siyahi başkanı Barack Obama’yı Beyaz Saray’a seçtikten sonra kimi büyük anket şirketleri, büyük bir gururla “Bizde ırkçılık bitti” demişti. Oysa Google’ın verileri, Obama’nın ardından Trump’ı başkanlığa götüren bölgelerin önderlik ettiği büyük bir kısım ABD’linin hâlâ Google’da arama yaparken -aşağılayıcı anlam taşıyan- “nigger” (zenci) sözcüğünü kullandığını ortaya koyuyordu. Yahut ABD’de kaç kişinin belli zaman dilimlerinde grip olduğunu bile Google verilerini akıllıca kullananlar tespit edebiliyor. Zira Netflix’in verileri de “Ben bir aksiyon severim” diyen maço abilerin gönüllerinde romantik komedi izleyicisi genç kızlar yattığını biliyor. Maço abiye de izlemeyeceği Hızlı ve Öfkeli filmlerini değil, Sex and the City’yi tavsiye ediyor. 

Bu verilerin bir kısmına sahip olduğunuzu düşünün… Yapabileceklerinizin başı-sonu belli değil; eylemlerinizin ne kadarından sorumlu tutulabileceğiniz de. Modern dünyayla entegre yaşayan bireylerin kendi kendilerine kalıp düşünebildikleri zaman aralığı, çoğunlukla tuvalette geçirdikleri süre kadar; oysa bizi bize karşı manipüle eden platformlarda saatleri geçiriyoruz. Öyleyse ‘bireyin egemenliğini’, ‘kişinin özgür iradesini’ yeniden sorgulamak gerekiyor. Amiyane tabirle: Özgürlük nire, biz nire…

İnsanlık hikâyesinin yarattığı mitlerin yeniden tanımlanmaya başladığı bir dönüşümün içindeyiz. The Great Hack, boşu boşuna “Veri hakları, insan haklarıdır” mesajıyla bitmiyor. Bu dönüşümün liderleriyse ya yeni yeni söz söylemeye başlıyor ya da hiç ortada yok. Zuckerberg ABD Kongresi’ne ifade verirken Kongre üyelerinden biri “Facebook nasıl para kazanıyor” diye sorabilmişti yalnızca. Veri hakları ise hâlâ güvende değil. Konuya dair çalışan senatörlerin bir kısmına CA’nın yıldız kızı Kaiser danışmanlık veriyor. Pek güvenilir değil sanki! Varmamız gereken bir yer var ama bize liderlik etmesi gerekenler henüz direksiyonda değil. Toplumların da büyük kitleleri bu dönüşümden içten içe korkuyorlar. Trump’ın seçilmesi, Britanya’nın Avrupa Birliği’nden ayrılmaya karar vermesi, Brezilya’nın aşırı-sağcı/karikatür lideri Jair Bolsonaro ya da siyasetin öte aksında 80’lerin solcularının yükselişe geçmesi, Jeremy Corbyn, Bernie Sanders… Bu yükselen akımların motivasyonlarından biri şüphesiz ki geleceğin bilinmezliğine dair beslenen korku… Ama o geleceği inşa etmek zorundayız. 

‘Cesur Yeni Dünya’nın insani hikâyelerini statükonun parçaları yazmayacak elbette. Özgürlüğü yeniden tanımlamak ne Boris Johnson’ın üstesinden gelebileceği bir iş ne de Trump’ın. RTÜK denetçilerinin gözleri ise -Akif Beki gibi- öpüşen gayleri arayacak anca… Ne de olsa biz henüz 21’inci yüzyıla girmeyi beceremedik. 2000’den sonra tasarlanmış her şeyi yasaklasak, belki de her şey daha kolay olacak. Ama unutmamak lazım: Tarihin çarkları büyük bir güçle dönmeye devam ediyor; onun karşısında durmak, kimsenin üstesinden gelebileceği bir iş değil. Hiçbir zaman da olmadı. 

 

DERİN KOÇER



YORUMLAR




DİĞER HABERLER