Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Yavaşça azalmanın vakti gelmedi mi?
Dünya nüfusu 1960’larda üç milyar civarındaymış. Bugün geldiğimiz nokta sekiz milyarlık insan nüfusunu zorluyor. Her ne kadar “en az üç çocuk yapma” kampanyaları günümüz modası olsa da bu gidişat aslında gelecekte nefes alacak, adım atacak bir dünyanın kalmamasına yol açacak gibi. Küçük bir Wikipedik araştırma ile 2050 yılına geldiğimizde nüfusun, bu gidişatla 11 milyarı göreceğini öğrenebiliriz. 100 yıl içerisinde insan nüfusu yaklaşık olarak %300 artmış olacak.

Bu iyi bir şey mi? Doğal kaynaklar tükenecek, hava daha da kirlenecek, artık küresel ısınmadan dem vuracağımız bir dünya olmayacak. Şöyle geçmişe bir göz gezdirdiğimiz zaman insanlığın en refah günlerine aslında büyük savaşlardan ve hastalıklardan sonra ulaştığını görmek mümkün olacaktır. Çünkü nüfusun azalması, kaynak sorununun bir yandan da doğal çözümüdür.

Nüfus böylesine hızlı bir şekilde artarken her şeyin gelecekte güllük gülistanlık olacağını beklemek hayalperestlik olur. Bugün bile birbirimize yetemiyoruz. Zengin veya fakir olmak bu artış için gelecekte belki de hiçbir önem arz etmeyecek.

İşte Utopia dizisi hızla artan insan nüfusunun çözümünü bulan bir bilim adamının hikâyesini yahut projesini anlatıyor. İkinci sezonu henüz sona eren bu diziyi hala izlememiş olanlar için fazla tüyo vermemeye çalışacağım.

Philip Carvel zeki olduğu kadar takıntılı da bir bilim adamıdır. Bütün insanlığı ilgilendiren, “Janus” adlı bir projenin de yaratıcısıdır. Dizi ilk sezon itibariyle aklınıza takılabilecek her türlü sorunun cevabını veriyor. Fakat finale kadar da gerçekleşen her şey hakkında, acı verici ama meraklı bir bekleyiş içerisinde olmanızı da sağlıyor. Yani son ana kadar gizem dolu bir dizi. Elbette bu doğaüstü olaylar var demek değil.


"Mesela bir çanta düşünün içi işkence dolu olsun"

P. Carvel yarattığı projenin büyüklüğü içerisinde zamanla kayboluyor ve “büyükler” onu bir şekilde dünya üzerinden siliyorlar. Carvel akıl hastanesine yatırılıyor ve yeni bir kimlikle var olmamışçasına yaşıyor. Bunlar bizim gördüklerimiz değil, duyduklarımız. Zira hastane günlerinde projesiyle ilgili olarak bir Grafik-Roman çiziyor. Bir şekilde bu çizdikleri piyasaya düşüyor. Elbette bunun hakkında, buna sahip olanlar ne ile karşı karşıya olduklarını bilmiyorlar. Fakat çoğu kimsenin bilmediği bu Grafik-Roman’ın bir de ikincisi var.

İşte bizim hikâyemiz de bununla başlıyor. Herkes bu romanın peşindedir. Büyük holding sahipleri de, çizgi-roman meraklıları da. Ian, Becky, Wilson ve Grant’ten oluşan dörtlümüz bu romana sahip olduğunu söyleyen Bejan ile iletişim kurarlar. Fakat bu buluşma hiçbir zaman gerçekleşmez. Buna rağmen olaylar bu ekibi hiç istemedikleri, sıra dışı olayların içerisine sürükler.

Dizide neredeyse bütün karakterler ilginç tiplemeler olarak karşımıza çıkıyor. Fakat diziyi izlediğinizde artık bir kişinin sizin için (sevseniz de, sevmeseniz de) özel olma ihtimali yüksek. Sürekli “Jessica Hyde nerede?” diye soran Arby karakteri, dizinin en hantal karakteri gibi görünse de, aslında en sürükleyicisi diyebilirim. İlk bölümden itibaren sürekli olarak duyduğumuz bu soru, aslında bütün dizinin atmosferini de heyecanını da içerisinde barındırıyor. Kim bu Jessica Hyde?


"Dünyanın kaderi, bu kaşıkta saklı"

Bunu kısa bir süre içerisinde öğreniyoruz. Fakat asıl mevzu niye bu kadar önemli olduğu. İşte bunu öğrenmek için sonuna kadar sabretmeniz gerekecek. P. Carvel’in kızı olan Jessica, yıllarca kaçarak yaşamış, o da diğerleri gibi babasının romanı peşinde olan ve sonradan bir araya gelen dörtlümüz gibi olaylardan habersiz olmayan birisi. Arby ile birlikte dizinin iki önemli karakterinden biri olduğu aşikâr. Neredeyse bütün olaylar bu ikili etrafında dönüyor.

Bir de Milner var. Onun kim ve nasıl biri olduğu ise ilk sezonun sonuna kadar belirsizliğini koruyor. Fakat bildiğimiz bir şey var ki, P. Carvel ile güçlü bağları olan ve bu proje içerisinde yer alan birisi. Ama hangi tarafta? İyilerden yana mı? Yoksa kötülerden yana mı?

Unutmadan bir de Michael Dugdale var. Sağlık bakanlığında çalışan Dagdale hiç istemeden kendisini olayların içerisinde bulur ve yapmak istemediği birçok şeyi yapmak zorunda kalır. Özellikle ailesinin ve kendisinin ölümle tehdit edilmesi bunun en büyük sebebidir. Elbette bir yandan da olayların gidişatıyla birlikte, pısırık birisinden, ipleri eline alan bir karaktere dönüşüyor. Sanırım ilk sezon itibariyle dizide güvenebileceğimiz ender karakterlerden birisi.


"Lee'yi görünce biraz coşku duyarsanız bunda sarının etkisini de unutmayın"

Şimdi büyük soru geliyor. Nedir bu “Janus”?

Hemen söyleyelim. Hızla artan dünya nüfusunu, doğal bir dengeye getirmeyi amaçlayan, kimlerine göre bir katliam projesi, kimilerine göre artan nüfusla birlikte gelecekte ortaya çıkabilecek birçok sorunun da çözümü. İnsan ırkını belli oranda kısırlaştırmayı amaçlayan bu proje ile dünya beklenen süre içerisinde 500 milyonluk bir nüfusa düşecek.

Peki, bu olmalı mı? İşte dizi sizi bu soru etrafında döndürüp duruyor. Dizinin adının “Utopia” olması da tesadüf değil elbette. Zira bu soruya vereceğiniz herhangi bir cevap sizi ne bir kahraman ne de bir cellat yapacak.

Bir nevi gerçek dünya parodisi diyebiliriz bu dizi için. Gerek atmosferi, gerekse oyunculukları ile de öne çıkan bu dizinin, giriş müziği de bir o kadar insanı kendi dünyasına çekmeyi başarıyor. Güç ilişkileri, siyaset, gücün insanlara neler yaptırabileceğine kadar derin mevzulara giriyor. Birçok yandan politik mevzulara değinse de, kimi zaman gündelik insan ilişkilerini de içerisinde barındırıyor.

Son olarak, bu yazı daha çok tanıtım amaçlı ve ilk sezon odaklı bir yazıdır. Yazılabilecek çok fazla şey olduğunu söylemek isterim. Zira dört bir yanı kuşatılmış bireyler olarak, her geçen gün hayatta kalmak daha da zorlaşıyor ve dizi bir yandan da buna değiniyor. İlk sezonda karakterleri tanıyor, aralarındaki bağları öğreniyor ve bolca kendimiz ve dünyamız üzerine düşünüyoruz.
 
YORUMLAR




DİĞER HABERLER