Gözlerini süper kahramanlara, Marvel çizgi romanlarına, Tobey Maguire’ın gözyaşlarına ve Times Meydanı’nın filmlerde sunulan en ışıltılı, en şaşalı haline açan insanlar için yeni Spider-Man serisini beklemek, ‘’Godot’yu Beklemek’’ten epey daha önemli. Çünkü New York gökdelenlerine ağ atan, Queens’den metroya binen, May Hala’sına bakışı aklımıza kazınan bir çocuk Peter Parker. Onu izleye izleye fen derslerine saran insanlar bile tanıyorum, gücü yadsınamaz.
Spider-Man: Homecoming’in ilk fragmanı yayınlandığında ben de hemen Spider-Man’le tanıştığım çocukluk günlerime gitmiş, heyecandan tırnaklarımı yemiş, üst üste kim bilir kaç defa izlemiştim aynı fragmanı. Ancak aradan uzun zaman geçti, ben de kendimi tam filmin vizyona gireceği hafta New York’ta buldum, doğrusunu söylemek gerekirse yeni Spidey’nin çıkacağı tarihi bile unutmuştum. Fakat güzel bir tesadüf oldu. New Yorklu Peter’ın yeni hikayesini New York’ta izledim, üstelik ilk gününde, AMC 25 sinemasında.
Filmlerin, kitapların; aslında genel olarak hikayelerin ve anlatıcıların şehirleri vardır. O şehrin sokaklarını öyküye dahil eder, anlattıkları her ne olursa olsun şehri de bir kahraman haline getirirler. Çizgi romanlarda bunun becerilmesi epey önemli, çünkü şehirler her zaman bir entelektüel kapasiteyi de yanlarında getirirler hikayeye. Stan Lee’nin yarattığı Spider-Man için de New York önemli bir mekan seçimi. Çünkü New York’un ‘’kenar mahallesi’’ Queens’den çıkan Peter, Manhattan’da savaşır, bir nevi ‘’fakir çocuğun dünyayı kurtarması’’ anlatılır.
7 Temmuz sabahı kovadan boşalırcasına yağan bir yağmura uyandım New York’ta. IMDB’den alakasız bir filmin çok alakasız bir oyuncusuna bakacaktım ki ne göreyim; bugün vizyona giriyormuş Spider-Man Homecoming. Times Meydanı’na birkaç sokak uzaklıktaki AMC 25 sinemasının 18:30 matinesine, son kalan biletlerden birini aldım. Bu arada yağmur dindi, ben de sokağa indim.
Midtown’da yürürken sarı-kırmızı bir kapı ve nostaljik bir ışıkla aydınlatılan, birkaç raf üzerinde kitap duran bir vitrine rastladım. Koleksiyon ürünler satan bir çizgi roman dükkanıydı burası. Vitrindeki ‘’İlk Baskılar Burada’’ yazısını da dükkana girerken fark ettim. Fiyatlar aslında ilk bakışta hiç de fena değilmiş gibi geliyor; ancak 150-200 Dolar’a alınacak, elden düşmüş bir çizgi romanın aslında neredeyse 700-750 TL’ye denk geldiğini fark edince elinizi yavaşça çekiyorsunuz nüshalardan. Dükkanın sahibi son günlerde özel Spider-Man baskılarının kapış kapış sattığından bahsediyor, küçücük dükkanın içi epeyi kalabalık. Elinde Peter Parker’ı konu eden pek bir şey kalmamış. Tanıştığımıza memnun oluyor, sinemaya doğru yürümeye başlıyorum yavaş yavaş.
AMC 25 ve Regal Sinema salonları karşılıklı. İkisinin de önü hınca hınç dolu. Genç, yaşlı; sarışın, kumral; çekik gözlü, siyahi… Dünyanın her yerinden özel olarak geldiğini rahatça düşünebileceğimiz bir kalabalık bu. Saçları bembeyaz dedeler de var, torunlarının ellerinden tutan; iş çıkışında kız arkadaşıyla buluşup filme gelen takım elbiseli insanlar da. İnanılır gibi değil. Sanki Nuh’un Gemisi az sonra hayvanları indirecek de yoluna insanlarla devam edecekmiş gibi; hiçbir ırk kaybolmaz, hiçbir renk eksik kalmaz.
Sanırım bazı yerleri sadece gişeye saklamışlar, sokağa taşan sıranın başka bir açıklaması olamaz. Bilet bulamadıkları için ağlayan çocuklara babaları bir sonraki gün için bilet alıyor, kapış kapış kapılıyor her yer.
AMC 25, 25 (evet, yirmi beş) salonlu, altı katlı, dev bir sinema kompleksi. Manhattan’ın en işlek, en turistik ve ulaşımı en kolay yerlerinden birinde bulunuyor. Filmi izleyeceğim salona çıkmak için üç kez yürüyen merdivene biniyorum. G-17, oturuyorum. Bir yanımda siyahi bir genç, benim gibi tek başına gelmiş, hemen hemen aynı yaşlardayız. Tanışıyoruz hemen. Adı Kevin. En sevdiği Spider-Man’in Tobey olduğunu ve bu kararından dönmesi için epeyi uğraşmaları gerektiğini söylüyor hemen. Sebebi Tobey’nin gözyaşlarının nostaljisi elbette. Çocukluğumuzu hatırlıyoruz onu görünce.
Diğer yanımda bir aile. Anne, baba ve iki çocuk. Tam çekirdek gelmişler. Çocuklardan biri 12-13 yaşlarında, diğeri 16-17. Baba, anneden yaşlı duruyor. Ama ikisi de 40’ın üzerinde. İki büyük boy patlamış mısırı paylaşıyorlar, küçük oğulları arada bir çikolata atıyor ağzına. Benim meraklı gözlerimle karşılaşınca anne patlamış mısırını uzatıyor, teşekkür ediyorum.
Yarım saate yakın reklamın ardından siyah zemin üzerine metalik griyle yazılmış ‘’Sony’’ çıkıyor karşımıza. Bir anda bütün salon alkışlamaya başlıyor. Arada ıslık çalanlar da var. Marvel Studios yeni bir görselle çıkıyor karşımıza, bu defa yalnızca çizgi roman kesitlerinin içinden değil, aynı zamanda film sahnelerinin de oluşturduğu kolajdan çıkıyor Marvel logosu ve bir anda kesiliyor alkış, başlıyor film.
Önce yeni düşmanla tanışıyoruz: Michael Keaton, nam-ı diğer Adrian Toomes’u ve/yani Vulture’u canlandırıyor. Uzaylıların istilasının ardından Manhattan’ı temizleyen ekiplerden birinin başını çekiyor. Ancak işine Tony Stark el koyuyor. Ancak işsiz kalmadan önce ekibiyle beraber buldukları bir kamyon uzaylı kalıntılarını teslim etmiyor ve bu parçalarla silah imalatına başlıyorlar.
Hikaye sekiz yıl sonrasına atlıyor ve yeni Peter Parker’la, Tom Holland’ın Peter’ıyla tanışıyoruz. Tom Holland eski Spider-Man’lere kıyasla çok genç, henüz 19 yaşında. Yani neredeyse gerçek bir lise öğrencisi. Bu yüzden de 27 yaşında Spidey olan Tobey gibi sırıtmıyor. Andrew Garfield’dan da daha çocuksu göründüğü kesin. Aslında bu defa filmdeki lise ve lise hayatı gerçekliğe biraz daha yakın; hiç değilse ‘’okulun ezik çocuğu güzel kızla konuşamaz’’ tabusu yıkılmış. Peter’ın ‘’buddy’’si Ned’i ise Jacob Batalon oynuyor. Muazzam bir ikili olmuşlar. Her yan yana geldiklerinde salon gülmekten yerlere yattı. Aslında bu defa Spider-Man’le ilgili her şey çok komik. Peter’ın kendisi de aynı şekilde, Tom Holland’ın oyunculuğu da. Ancak bu, filmi biraz ‘’çocuk filmi’’ havasına sokmuş. Kafes dövüşleri falan görmeyi bekliyorsanız, daha çok beklersiniz yani.
Peter daha bir çocuk. Ama klasik ‘’örümcek ısırığı ve Peter’ın artık gözlüğe ihtiyaç duymaması’’ hikayesi yok. Ben Amca’ya dramatik bir ölüm de yazmamışlar, hatta adı bile geçmiyor ve adı geçmeyen sadece o değil, Peter’ın anne ve babasının hikayesine de hiç değinmemişler, hikayeyi dramatikleştirmemişler. Yalnız May Hala (Marisa Tomei), son Kaptan Amerika filminden de tanıdığımız gibi, epey genç ve inanılmaz güzel bir kadın. Ned’in hayran hayran May Hala’yı izlediği, dilinin tutulduğu sahnelerde kahkaha atmamak zor.
Tony Stark da ister istemez hikayeye dahil oluyor arada sırada. Çünkü genç Spidey henüz Tony’ye de kendini kanıtlayamamış, aslında kendine de. ‘’Gerçek bir Avenger’’ olabilmek için Tony’nin dizinin dibinden ayrılmamaya çalışıyor. Stark bir nevi -kendi deyimiyle- ‘’babalık’’ ya da ‘’mentorluk’’ yapıyor Peter’a. Robert Downey Jr.’a bayılmamak tabii ki yine söz konusu değil. Yalnız mentorluğu şu seviyede: ‘’Benim yapacağım hiçbir şeyi yapma. Yapmayacağım şeyleri de kesinlikle yapma. Arada ince bir çizgi var, oralarda takıl…’’
Son Iron-Man filminde göremediğimiz Gwyneth Paltrow’un da küçük bir sürprizi var bu defa.
Her şeyiyle gençleşen, belki de biraz çocuklaşan ve bence gereksiz fazla masumlaşan bir Spider-Man filmi olmuş. Ama filmin kesinlikle en güzel yanı Michael Keaton. Saf kötü olmasını beklediğiniz adama empati duyuyorsunuz farkında olmadan. Sinemanın gücü denebilir belki. Yalnız bunun dışında çekimleriyle, yönetmeniyle, çoğu sahnesiyle kolaylıkla bir sit-com’a döndürülebilirmiş film.
Birkaç çocuğu için geldiği çok belli olan ebeveyn dışında hemen hemen herkes ‘’after credits’’e kaldı. Canını sevdiğimin Marvel izleyicileri, diye geçirdim içimden. Perde kapanınca herkes alkışladı, yine birkaç kişi ıslık çaldı ve hızla salon boşaldı. Kevin’e sordum, hala favorisi Tobey ve ağlak suratıymış ama kesinlikle iyi bir komedi filmi izlemiş. Kevin’a katılmamak mümkün değil.
DERİN KOÇER