Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Siyah en sıcak renktir

 

İki yazarımız Moonlight üzerine tartışmaya başladı. Oray Eğin’in son 10 yılın en iyi filmi övgüsüne karşılık Yiğit Karaahmet filmi beğenmediğini iddia etti. Karşılıklı tezleri öne sürerek filmin ötesine girip erkeklik, aile, eşcinsellik ve de kendi kimliğini bulmak üzerine devam ettiler. Tabii kendi hayatlarından, tecrübelerinden bahsederek de… Uyarı: Kaçınılmaz olarak spoiler içerir.

YK: Benim Moonlight’la ilgili temel hayal kırıklığım şu noktada oldu. Bir kere çıkan eleştirilere, övgülere dayanarak çok büyük bir beklentiyle gittim filme. Senin de “Son 10 yılın en iyi filmi”, “Defalarca izlemek istiyorum” gibi gazlarınla “Herhalde muhteşem bir şey izleyeceğim” düşüncesi vardı. Ama açıkçası karşılığını bulamadım. Biraz insanların yumuşak karnına oynadığını düşünüyorum. “Alternatif” bir hikaye anlatma iddiasında ama bu hikaye o kadar da alternatif değil aslında. Aynı konunun bir de siyahlısını yapalım, özetle. Tam zamanına göre hassasiyet filmi. Hatta bence o kadar sıradan ki kendi sıradanlığına da aşık olmuş. Açıkçası çok fazla üstüne düşünülecek, tartışılacak bir şey olduğunu düşünmüyorum. Senin fikrini merak ediyorum. Oradan başlayalım. Seni Amerika’ya boşuna mı gönderdik? Nedir bu filmde seni bu kadar çeken şey?

OE: Habertürk’te filmi anlattığım yazımda acaba izlediğim ilk ortamdan dolayı mı bu kadar etkilendim diye yazdım. Çünkü çok özel bir akşamdı. En yakın arkadaşlarımdan biriyle çok garip bir iç dökme seansının ardından salona girdik. Ama sonra tekrar tekrar izledim, her yönüyle mükemmel bir film. Son yıllarda üniversitede ‘African American studies’ dalında da çalıştığım için ABD’deki siyah olma tecrübesiyle çok ilgiliyim, bu açıdan da bir kültürün ve kimliğin kusursuz bir yansıması olarak gördüm...

 

YK: Burada bölmek zorundayım. Şimdi bir kere eğri oturup doğru konuşalım. Senin siyah olma tecrübesine ilgin ‘African American studies’le ilgili değil bence. Onu dersen lisans eğitiminde de siyaset okumuştun sanırım ama politikacıları bu kadar içselleştirdiğini sanmıyorum. Siyahlara ilginin neden kaynaklandığını ikimiz de biliyoruz, yalan söylemeyelim. Ha drama genetiğinde var, acıyı seversin. o ayrı. İlk romanın, bence bir ‘başyapıt’ olan -Kal’ın açılış cümlesi geldi aklıma: “Acı mı istiyorsunuz size acıyı anlatacağım…” Bize biraz acıyı anlatır mısın Oray?

OE: Bak sana önerecektim, içinde siyah olmayan gay draması okumak istersen -Kal’ı tekrar raftan indir diye… Film tabii ki içimi de acıttı. Kendi hayatımdan izler buldum. Ezilmek, okulda falan isim takılması, büyürken hep farklı olduğunu bilmek ama o kabuktan çıkış yapamamak… Öteki olmak… Ben mesela öteki olmanın ağır yükü ve bedelinden hep başkalarından daha başarılı olmaya çalışarak kurtulmaya çalıştım. Hayat iki kat daha zordu benim için çünkü Türkiye’de gazetecilik yapmaya çalışıyordum ve ayağımın kaydığı en ufak anda hakim erkek-heteroseksüel-beyaz kültürün ne diyeceği belliydi. Onlara malzeme vermek istemedim hiç. Sen hele taşrada büyüdün ve İstanbul’a geldin, buna benzer bir kimlik çatışması yaşamadın mı?

 

YK: Ben kendi adıma İstanbul’da bu kadar büyük bir kimlik çatışması yaşadığımı düşünmüyorum. Böyle bir şey olmasını beklemek de edinilmiş bir klişe bence. “ O taşralı. Mutlaka bir kimlik çatışması yaşamak zorundadır...” Bu çatışma dediğin şeyi ben yaşamadım ama belki benim üzerimden başka insanlar yaşamışlardır  “Ay sen taşralısın. Mutlaka şehirde bir çatışma yaşaman lazım.” Ama cevabım hayır. Çünkü taşralı kimliğimin de diğer kimliklerim gibi ilk andan beri farkındaydım. Giresunlu olmam kıvırcık doğmamla aynı şeydi benim için. İstesem de değiştiremeyeceğim bir gerçekti bu hayatımda. Tabii ki büyük şehirde değişen şeyler oldu. 50 bin nüfuslu, o yıllarda sinema salonu bile olmayan bir şehirden bahsediyoruz. Oradan kalkıp İstanbul’a, neredeyse 10 milyonluk nüfusu olan ve Türkiye’nin dinamosu olan bir yere geliyorsun. Benim geldiğim yıllardaki İstanbul hayaller şehriydi benim için. Her şeyden kurtulacağım, bir çıkış yolu, her sorunun cevabını bulacağım bir yerdi… Ama tüm bunları deneyimlemek ve yeni olan her şeye büyük bir açlıkla saldırmak daha önemliydi. Kendi kendimle zaten ilk gençliğimde yeteri kadar çatışmıştım. Açıkçası hayatımda daha fazla çatışmaya ihtiyacım yoktu.

OE: Geçen gün bir arkadaşım “Ben hiç fakir büyümedim o yüzden rap’çiler fakirlikle ilgili söz aldıklarında kendimi bulamıyorum,” dedi ve ben de ‘Aman tanrım kimlerle arkadaşlık yapıyorum,’ diye kendimi sorguladım. Sonra da tekrar görüşmek için sözleştik. Babası bir ülkenin Cumhurbaşkanı adayı şu anda. Türkiye değil. Neyse… Onun gibi olacak ama bana biraz hiç bilmediğim taşra macerasını açar mısın?

 

YK: Taşrada benim için en büyük sorun yalnızlıktı. Anlamını bilmediğim bir duygunun içindeydim. Diğerlerinden bir farkım vardı ama bu neydi? Adını ve nasıl yaklaşacağını bilemediğim bir şeydi. Ama içgüdüsel olarak bir şey beni motive ediyordu sürekli. Seneler sonra anladım ki George Michael ablamız çok haklıymış. Flawless şarkısındaki gibi “Şehre gitmelisin kardeşim.” Şehre geldim ve bir sene içinde tüm soruların cevabı geldi. Yaşadığım yerde bunun cevabını bulamayacak ya da yanlış bulacaktım. Ben şanslı sayıyorum kendimi. Aradığımı bulduğumu düşünüyorum.

OE: Filmle doğrudan ilgili değil ama izledikten sonra da düşündüm. Özellikle ezildiği bir ortamda büyüdüyse, insanın kendi kimliğiyle barışması için her türlü zincirinden arınması gerek. Bu yüzden yıllarca eşcinseller ailelerinden koptu, evden kaçtı, başka şehirlerde başka hayatlar yaşadı.

 

YK: Aynen. Benim için o zincirden arınmak evi terk etmek ve başka bir yere gitmekti. Bunu yapmayı seçmek ya da seçmemek gibi.

OE: Mesela benim için anne-babamı kaybetmek bir anlamda özgürlüktü, artık hayatta kendi olduğum kişiden dolayı hesap vereceğim hiç kimse yoktu. Bana hiçbir zaman hesap sorduklarından değil, gerçekten de sormadılar. Eşcinsellik hiçbir zaman mesele olmadı. Ama annem de hiçbir zaman bir Cher ya da Barbra Streisand değildi sonuçta. Onların büyüdüğü kültürde, çağda zaten eşcinsellik, eşcinsel evliliği falan gibi kavramlar hayal bile edilemezdi. Yargılamıyorum da. Dikkat et mesela Ferzan Özpetek sinemasında da eşcinsellikle nihayet barışması babasının ölümünden sonra olur. O güne kadar eşcinsellik Özpetek’in filmlerinde hep sonradan olunan/denenen bir şeydi. Tam da bu yüzden Türkiye’nin en büyük şirketlerinden birinin yönetiminin bir eşcinselde olmasını  önemsiyorum. Kuaför, şarkıcı dışında da liderler ve rol modellerimiz olması gerek. Sen de yakın zamanda anneni kaybettin, bunu özellikle merak ediyorum. Acı çok taze olabilir tabii, konuşmak istemezsen anlarım.

 

YK: Açıkçası Türkiye’nin en büyük şirketlerinden birinin başında bir eşcinselin olması beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Bu tür şeylerden etkilenecek çağı geçtim bence. Bir dizide eşcinsel karakter olması ya da bir şarkı yarışmasını eşcinselin kazanmasıyla bir eşcinselin yönetim kurulu başkanı olması aynı şey. Benim hayatıma ne katkısı var bu durumun? Benim hayatımı olumlu yönde değiştirmek için ne yaptı? Geçen sene Onur Yürüyüşü yapılamadı mesela. İŞİD tehdidi vardı, saldırı ihtimali vardı, polis baskısı vardı… Ne oldu, oraya bir koruma ordusu gönderip güvenliği mi sağladı? Annemi kaybetmem de şu anda gerçekten çok taze bir şey. Bir özgürlük hissi var, bunu reddedemem. Ama üzücü bir özgürlük bu. Keşke beraber özgürleşseydik diyorum.

OE: O halde Freudyen seansı kapatıp filme geri dönelim. Tam olarak Moonlight’la derdin ne?

1 2 3
Yiğit Karaahmet
24/02/2017 14:25
YORUMLAR




DİĞER HABERLER