Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Saksı kadar gerçek

İnsan bir Ken Loach filmi seyrederken en çok şuna hayret eder; bir hikaye anlatırken nasıl bu kadar gösterişsiz olunabilir? Gösterişsizliğin sinemada iki çeşidi var son zamanlarda. Biri, Jarmuschun ya da kimi Romen sineması yönetmenlerininki gibi gösterişli bir gösterişsizlik. Burada konu daha çok heyecanı minimumda tutmak, kanlı canlı olmamayı seçmektir. Böylece anemik hayatlar daha iyi anlatılır. Mizansenden, dekordan, yapıntı’dan da (artifice) vazgeçilmez, hatta bunlar silik-solukluğu daha iyi anlatmaya yarar. Bu alandaki favorilerim Aki Karusmakinin tamamen dekor Le Havre’ı ya da Roy Anderssonun sonsuz koridorlardan ibaret apartman holleri gibi şeyler. Ken Loach ise Kes, Poor Cow ve Family Life gibi cinema-verite realizminden nemalanan ilk filmleri bir yana, bizi herhangi bir üslupçulukla etkilemeyi umursamadı. O, inanın bu kadar gri her şey, ayrıca hepsi de çok gerçekgibi bir iddiayı bile önemsemez.

Politiktir elbette, bu konuda açıktır. Ama ben tek tek insan hayatlarına bakıp, haksızlığın ya da kötülüğün kahramanı nasıl sıktığını, üzdüğünü anlattiğı filmlerini daha etkileyici bulurum: Ladybird, Ladybird ya da Sweet Sixteen. Allah belasını versin her şeyin,dersiniz bu filmlerden çıkarken, ama film gördüklerinizi bir çeşit işte, yalan dünyahissiyatıyla geçiştirmenize de izin vermez.

I, Daniel Blake / Ben, Daniel Blake de bu filmlerden biri. Film, esas itibariyle, doğum tarihleri bir çeşit teknolojik bürokrasinin yaygınlaşması ve liberal ekonomilerin gerçek body-guardları haline gelmesinden önceye rastlayanların daha iyi tanıdığı bir iletişim(sizlik) çeşidinden bahsediyor. Otomasyon, cevaplama servisleri, bir derdiniz varsa bunu önce şu numaraya sonra şu numaraya bildirmek; internette şu ya da bu formu doldurmak denen çağdaş Sfenks bilmecelerinin bir yerinde takıldınız mı yeniden başa dönmek; canlı bir muhatap bulamamak ya da canlı muhataptan anlayış görememek; derdinizi haykırdınız mı aniden sistemin şaşırtıcı derecede etten kemikten kabadayılarının devreye girmesi- ve benzer hadiseler.

Bu, bir yanıyla elbette ki bir kuşak meselesi; günümüzde teknoloji bariyeriyle gayet kullanışlı onlu yıllara ayrılmış kuşak sınırları var. (Tam ne zaman başladı? Tarih veremiyorum, 70ler, 80ler, 90lar?) İnternetin ya da yeni teknolojik bürokrasinin içine doğmuşsanızişler çok daha kolay, hatta her zaman öyleymiş’ gibi: Ne var bunda? Tık, tık, tık. Sonra entere bas.

Oysa, sistemin ardındaki makinelerin ardındaki doldurulacak formların ardında hala insanlar var. Durumu bir nevi teknolojik fantazya ya da soft 1984 gibi görmeye alışıp (alıştırılıp) şöyle ya da böyle kabullenmezseniz, fondaki bıkkın, gergin, robot olmaya mecburinsanları da görebilirsiniz. Onlar, Ben, Daniel Blakede de Ken Loachda her zaman olduğu gibi oradalarişte; bıkkın ve aksi memure, bıkkın ve yardımsever memure, mevzuatçı müdire, kaslarının ona vehmettiği süpermen fantezisini belediyede işe koşan özel güvenlikçi, Çin’den ayakkabı getirip internette satmayı becerirken işsizilik parası almaya çalışan komşu amcanın internet formunu da dolduruveren zenci delikanlı…  

Bütün bu kişiler sistemle gevşek, deyim yerindeyse kıkırdaksı bir ilişki içindeler. Onu kullanamıyorlar/ kullanabiliyorlar/ kullandıklarını sanıyorlar, hatta ona bazen gol attıklarını bile sanıyorlar olabilirler. Ama Ken Loach’un bütün filmlerinin liberal ekonomi için diyeceği gibi her zaman kasa kazanacaktır.

Bu bağlamda, Loach’un arkasında durduğu ve değerli bulduğu şey, sistemden sürekli kazık yiyenlerin, parmağı ateşe değince acı duyan birileri oldukları gerçeğine yabancılaşmamaları (gerçekliğin şık biçimde tartışmalı olduğu günlerde Ken Loach gerçekçiliği en düz biçimde böyle tanımlanabilir), ayrıca bunu kendilerinde ve başkalarında gördüklerinde hala tanıyabilmeleridir. Bu, Loach’un öncüllerinden olan Yeni Gerçekçiliğin birbirleriyle dayanışan küçük insanlarromantizmi değildir. Tam değildir en azından; Loach, o hissi de değerli  bulur ve bu filmdeki gibi arka çıkar da. Ama günümüze taşır. Karşısında durulacak şeyin kabadayı ya da bıkkın memure değil, herbirinin içinde yer aldığı ağ olduğuna işaret eder. Bu ağ, belediyede binası kadar taştan tuğladan (Daniel Blake sonunda derdini onun duvarlarına yazacaktır), bazen karşı kaldırımda alkış tutan tavşan kız kılığındaki çalışanlar gibi mizahi, fahişelik yapmak zorunda kalmak kadar melodramatiktir. Bildiğimiz hayat’ın yeni bir sürümü sadece.

Dolayısıyla bir Ken Loach filmini sosyal gerçekçi, mizahi bir tadı var, melodramgibi nitelikler atfedip rahatlıkla kutusuna yerleştiremeyiz . Loach’un gerçekçilikten anladığı şeyde hepsi bir aradadır, öğreticilik bile. Ben Ben, Daniel Blakeden iki boş saksıyla nasıl basit bir ısıtma sistemi yapılabileceğini öğrendim, küçümsenmeyecek şey. (İş edinsem internetten de öğrenebilirdim, ama film bilginin internette yığınlar halinde durmasının değil ihtiyaç anına denk düşünce ortaya çıkmasının değerini hatırlatıyor bize, onu asıl bilgi yapanın kullanışı olduğunu.)

Loach, belki asıl öncülü olan Charles Dickensın İngliz toplumunun hafızasının gerisinde bir yerde hala durduğunu da düşündürür bize; solgun çocuklar, aç anneler, soğuktan ölen yaşlılar her zaman var. Onlara üzülüp geçemeyeceğimiz, gözyaşı dökerek kendimizi daha iyi hissedemeyeceğimiz kadar oradalar. Ama bir Ken Loach filmi, hayat böyledir, ama böyle olmayabilir deye işaret eder. Bir formu başarıyla ve eksiksiz doldurmanız sizi yeni dünyanın başarmışlarından biri yapmaz. Öte yandan Loach tamamen umudunu da kesmez; Çin’den gelen ayakkabıyı İngilterede pahalıya kakalamanın asıl getirisi, Skypede konuştuğunuz Çinli yaşıtınızla ahbap olabilme olasılığının böyle bir dünyada bile - şaşırtıcı ama - hala var olmasıdır. 

YORUMLAR




DİĞER HABERLER