Bir pazar gecesi, twitter’a Philip Seymour Hoffman’ın Manhattan’daki evinde ölü bulunduğu düştü.
Annemle babam beni ziyaret ettiklerinde onları eve bir sürü DVD’yle geri gönderirim. Sinemada kaçırdıklarını bu şekilde telafi ederler. En son yine yirmi, yirmi beş film vermiştim. Hepsini bitirdiler. En iyisini de en sona sakladılar. Dün öğleden sonra babamla konuşurken Paul Thomas Anderson’ın başyapıtı The Master’ı izleyeceklerini söylediler. En önce “İyi yaparsınız,” dedim; sonra fikrimi değiştirdim. “Zaten Ankara’dasınız, hava soğuk, etraf kasvetli. Bir de zor bir film zaten. Bodrum’a gidene kadar bekleyin; o zaman izlersiniz,“ dedim. “Hem zaten Philip Seymour Hoffman’ın en iyi üç performansından biri. Rahat kafayla değerlendirmek lazım.”
Maşallah dediğim bir gün yaşamıyor. Tüm zamanların en iyi oyuncularından dev sanatçı Philip Seymour Hoffman, birkaç saat önce New York’un West Village mahallesindeki evinde ölü bulundu. 46 yaşındaydı. Detaylar biraz karışık olsa da, bir parti sırasında, küvette kolunda şırıngayla bulunduğu söyleniyor. Ölümüne aşırı dozda eroinin sebep olduğu anlaşılıyor.
Heath Ledger’ın 2008’deki ani ölümünden beri hiçbir oyuncunun ölüm haberi beni bu kadar etkilememişti. Zamanı gelmeden gitmiş olduğu algısı büyük ihtimalle bana bu hissi veren. Ne olursa olsun şoktayım. Ben de dünyanın her yerindeki sinemaseverler gibi duyduklarıma, okuduklarıma inanamıyorum.
Geriye baktığımızda Philip Seymour Hoffman’ın filmografisi, son yirmi beş yılın en iyi film listesi gibi. The Master’ın içinde bulunduğumuz on yılın şimdilik en iyi filmi olduğunu daha geçen hafta yazmıştım. 2010’lar bittiğinde en azından ilk beşte olacağına eminim. Biraz daha geçmişe gidersek, ne filmler var kariyerinde: Spike Lee’nin bir uyuşturucu satıcısının hapse girmeden önceki son 24 saatini anlatırken 11 Eylül’ün Amerika’da yarattığı psikozu irdelediği ve geçen on yılın en iyi filmi olan 25th Hour. Paul Thomas Anderson’ın küçük hayatlar ve büyük yanlışları biraraya getiren tesadüflerin belki de hayatın anlamını ortaya çıkarttığını anlatan şaheseriMagnolia. Todd Solondz’un psikolojik ve cinsel bozukluklarıyla gözler önüne sürdüğü burjuva Amerika’nın portresi Happiness. Coen Kardeşlerin kültleşerek liseli ağızlara düşmesine rağmen aslında kariyerlerinin en iyi filmlerinden olan The Big Lebowski. Sonra Punch-Drunk Love. The Talented Mr Ripley. State And Main. Mary & Max. Almost Famous.Moneyball. The Savages.Synecdoche, NY. Charlie Wilson’s War. Bu filmlerin sadece bir tanesi için bile pek çok ünlü oyuncu sağ kollarını verir. Hoffman’ın, 2005'te En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını kazandığı filmi Capote, rahmetlinin her zaman çok iyi olan performanslarının ikinci liginde olması ne kadar büyük bir aktör olduğunun belki de en büyük kanıtı.
Philip Seymour Hoffman’ı tüm zamanların en iyi oyuncularından biri yapan, onu Brando’yla, Olivier’yle, Newman’la, Stewart’la, Bogart’la birlikte pantheona taşıyan, her role getirdiği muhteşem duygusal derinlikti. Hoffman, karakterlerini yoktan var ederken (ki bu Truman Capote gibi yaşamış kişiler de olabilir), onlara klasik oyunculuk teknikleri veya Stanislavski/Strasberg metodundan da öte kattığı insancıllıktı. Mesela Boogie Nights’taki karakteri porno sektöründe getir-götürcülük yapan tutunamayan biriydi yüzeyde. Ama Hoffman karakteri porno setlerinde takılan garip bir adam olarak değil, kabul edilmek isteyen ve bu isteğini gerçekleştirmek için de kendini hasbel kader o sektörün içinde bulmuş biri olarak çizmişti. Trajik bir ruhu vardı karakterin. Paul Thomas Anderson’la çektiği bir sonraki filmi Magnolia’daysa iyilik timsali, sadece yardım etmeye çalışan bir erkek hemşire rolündeydi. The Master’daysa kitleleri peşinden sürükleyen karizmatik bir post-modern peygamber. Bu üç çok zor rolü her anlamda mükemmel oynayabilecek bir aktör daha şu anda düşünemiyorum.
Sahte bir dünyanın içinde her zaman gerçeğe önem veren muazzam bir aktördü Hoffman. Oyuncular için cesaret sıklıkla kullanılan bir sıfattır. “Ne kadar cesur, rolü için yirmi kilo aldı.” “Ay böyle cesaret görmedim; rolü için kafasını kazıttı.” “Aman allahım, nasıl bir cesaret, makyaj yapmamış.” Amerikalıların deyimiyle tüm bunlar bildiğiniz bullshit’tir. Bir oyuncu sadece içindeki hisleri veya dünyayı yorumlamasını filtre etmeden kusarsa cesurdur. İşte Hoffman her zaman bunu yaptı. Tam anlamıyla cesur, mükemmel bir aktördü. Allah rahmet eylesin; yeri hiçbir zaman doldurulamayacak.