Hayatımıza girdiğinden beri Serenaygiller’in Best Model Look’larından her zaman ayrı duran bir fiziği vardı (Serenay Sarıkaya’ya hayranlığımız malum, bunu burada deşmeyelim lütfen). İkinci Bahar’da Türkan Şoray ve Şener Şen’in, belki de en önemlisi Yavuz Turgul ve Uğur Yücel’in yanında yavaş yavaş pişerken saç fırçasıyla yüzlerce kez taranmaktan ışığı sönmüş saçları, çökmüş gözaltları, --ama şahane yeşil gözleri-- ve ateşli hastalık geçirmişcesine rengi uçmuş dudakları bugünün köşk -yalı-holding üçgeninde geçen dizilerindeki güzellik anlayışının yanından geçmiyordu.
Gülsüm’den Gülseren’e 16 yıl.
Ne Bihter’in saç maşası, ne Hürrem’in tokası, ne de Mira’nın skinny jeanleri ve olmazsa olmaz bel dekolteleri; Nurgül Yeşilçay neredeyse bütün dizi boyunca üstünden çıkarmadığı çuvalımsı hamile elbisesiyle, zengin bir hayata özlem duyan ve yaşadığı yoksulluktan utandığı için sürekli yalanlar uyduran Gülsüm’ü abartısız bir oyunculuk, ihtişamsız bir güzellik, ve çarpıcı bir sadelikle oynuyordu. İkinci Bahar’ın en büyük başarılarından biri olan didaktik olmadan ve saçmalamadan karakterlerin iyi ve doğru olana yönelmesinden Gülsüm de sonunda nasibini alıyordu.
Uyuyan devi uyandıran konak
İster ağa dizilerini başımıza Asmalı Konak sardı deyin, ister Özcan Deniz de başımıza oyuncu oldu (Bana kalırsa iyi ki oldu. Şarkı söylemeyi bırakmadığı sürece sorun yok)... Asmalı Konak, karakterlerin derinliğini yavaş yavaş önümüze açmasıyla, Meral Okay’ın kalbe dokunan hikayesiyle Asmalı Konak: Hayat’ı saymazsak tadında bırakılan ve başarılı bir yapımdı. Radikal’den Hızır Tüzel’e verdiği röportajda Yeşilçay, “Evet mayın patlıyor, adam ölmüyor ve herkes ağlayarak seyrediyor bunu. Çünkü bilmem kimin oradaki tepkisi hoşuna gidiyor, inandırıcı geliyor,” demişti.
Arkadaki resim Bahar’ın en derin yaralarından.
Büyüler, ağalar, hanımağalar, yeraltı ilişkileri, çocuk kaçırmalar, ikinci kadınlar, ikinci adamlar, New York’ta yapılan masterlar, varlık içinde yokluk çeken küçük kardeşler, başına buyruk kadınlar, modern şehirli yaşamlar ve feodal ilişkiler. Bugüne kadar benzer dizilerde yüzlerce tekrarlanan bu klişeler Asmalı Konak’ta hayat buldu, daha önemlisi anlam buldu. Ama inanır mısınız, bugün yapılan birçok dramada dilimizin ucuna gelen soruyu, arada Öyle Bir Geçer Zaman ki efekti dediğimiz, “Bütün felaketler de bunların mı başına geliyor kardeşim?” diye bir an sordurmadı.
Bu noktada Asmalı Konak’tan yola çıkarak Nurgül Yeşilçay’a uygun karakter yazma rehberine geçelim:
Ona düğüm halinde birbirine girmiş ipler verin, fakat bunun yanında her ipin de mantıklı açıklamasını. Ortaya karışık (Van-İstanbul- Bodrum) dizisi Aşk ve Ceza’daki gibi babası öyle istediği için “kendini kocasına saklamış” karakterler, sakız gibi uzatılan zorlama neden-sonuç ilişkileri değil.
Sadece Nurgül Yeşilçay için değil, herhalde tüm oyuncular için oynadıkları karakterlerin sınırlarını keşfetmek, bu rengin daha koyusu, daha açığı, daha desenlisi, daha parlağı nedir diye sormak zevklidir ve dahası önemlidir. Sürekli ağlayan ve inandığı bir doğruyu obsesif şekilde hayatında uygulamaya çalışan depresif karakterler değil de, arada hayatla dalga geçmeyi de bilen, kendini o kadar da ciddiye almayan renkler de atın. Sanırım kendisi de öyle biri olduğu için, hayatın aydınlık renklerini tam dozunda kullanıyor, seyirciye bir nefes aldırıyor, dizi izlediğinizi hatırlatıyor, sonra esip gürleyip bir tokat atıp tüm yapacaklarına inandırıyor. O “dalgacı Mahmut” anları Nurgül Yeşilçay’ın en iyi yaptığı şeylerden biri ve söz konusu dram olunca o anlar çok kıymetli.
Aşk hikayesi yazın. Tutkulu olmasından, yerde salya sümük ağlamalardan, ‘sen olmazsan yapamam’lardan bahsetmiyorum. O senaristlerin kalemlerine kalmış. Kaldı ki siz ona aşk verin, o tutkulu yapar zaten. Yeter ki her şeyini cool yapın; sudan sebeplerden ayrılıklar, her kabak tadı veren küslükten sonra gerçekleşen barışma ve buluşma seansları ve daha da eskimiş duygular, iki saati doldurmak için saçma kaprisler, yalandan kedi-fare oyunları... Klişe tabirle o zaten sevdiyse tam sever, sonra kuyruğu kıstırıp dönmek ona kalmış. Çok güzel döner, şüpheniz olmasın.
Bu biraz kişisel olacak ama bir Eğreti Gelin ya da Adem’in Trenleri’ni yazmıyorsanız kendisi için kasabalı rollere gerek yok. Zorlama şivelere, başından kaymış yemenilere, koyu sürmelere... Kendisi şehirli rollere daha uygun. Ama kariyer kadını tipleri ondan uzak olsun. Plaza kartlarını kırıp atmayan, raporları patronun suratına fırlatmayan Nurgül’den ne bekleyebilrsiniz.
Cinselliği vicdan azabı ya da günah olarak gören frijit bir Nurgül Yeşilçay karakteri olamaz. Bu kadar.
Deli deli baktırın arada. Elbette nedensiz değil. İyi delirir ve rol güzel yazılmışsa delirmesi boşa değildir.
Lütfen şaşırtın. Cesaretine hayran bıraktırın. “Ben olsam hayattta yapamazdım”, “ne bu canım, gurursuzluk” dedirtin televizyon başında seyirciye, sonra da “acaba yapar mıydım?” diye kadınların içine kurt düşürün. Korkaklıklarını da gösterin, korkularıyla baş etme çabasını da. Sabahın köründe, konağın terasında Dicle’yle tüm geçmişte olanlara rağmen Seymen’le konuşmalarına kulak kabartın, Seymen’e bodoslama yazan kadın söz konusu olduğunda içini dolduran kıskançlıkla omuz silkme hafifliğindeki ciddiye almamalarına, şahane gelgitlerine bakın. Bu kadını iyi okuyun, sizin olanak verdiğiniz boşlukları renkleriyle nasıl doldurduğuna inanamayacaksınız.
Ne Bihter’in saç maşası, ne Hürrem’in tokası, ne de Mira’nın skinny jeanleri ve olmazsa olmaz bel dekolteleri; Nurgül Yeşilçay neredeyse bütün dizi boyunca üstünden çıkarmadığı çuvalımsı hamile elbisesiyle, zengin bir hayata özlem duyan ve yaşadığı yoksulluktan utandığı için sürekli yalanlar uyduran Gülsüm’ü abartısız bir oyunculuk, ihtişamsız bir güzellik, ve çarpıcı bir sadelikle oynuyordu. İkinci Bahar’ın en büyük başarılarından biri olan didaktik olmadan ve saçmalamadan karakterlerin iyi ve doğru olana yönelmesinden Gülsüm de sonunda nasibini alıyordu.
Uyuyan devi uyandıran konak
İster ağa dizilerini başımıza Asmalı Konak sardı deyin, ister Özcan Deniz de başımıza oyuncu oldu (Bana kalırsa iyi ki oldu. Şarkı söylemeyi bırakmadığı sürece sorun yok)... Asmalı Konak, karakterlerin derinliğini yavaş yavaş önümüze açmasıyla, Meral Okay’ın kalbe dokunan hikayesiyle Asmalı Konak: Hayat’ı saymazsak tadında bırakılan ve başarılı bir yapımdı. Radikal’den Hızır Tüzel’e verdiği röportajda Yeşilçay, “Evet mayın patlıyor, adam ölmüyor ve herkes ağlayarak seyrediyor bunu. Çünkü bilmem kimin oradaki tepkisi hoşuna gidiyor, inandırıcı geliyor,” demişti.
Arkadaki resim Bahar’ın en derin yaralarından.
Büyüler, ağalar, hanımağalar, yeraltı ilişkileri, çocuk kaçırmalar, ikinci kadınlar, ikinci adamlar, New York’ta yapılan masterlar, varlık içinde yokluk çeken küçük kardeşler, başına buyruk kadınlar, modern şehirli yaşamlar ve feodal ilişkiler. Bugüne kadar benzer dizilerde yüzlerce tekrarlanan bu klişeler Asmalı Konak’ta hayat buldu, daha önemlisi anlam buldu. Ama inanır mısınız, bugün yapılan birçok dramada dilimizin ucuna gelen soruyu, arada Öyle Bir Geçer Zaman ki efekti dediğimiz, “Bütün felaketler de bunların mı başına geliyor kardeşim?” diye bir an sordurmadı.
Bu noktada Asmalı Konak’tan yola çıkarak Nurgül Yeşilçay’a uygun karakter yazma rehberine geçelim:
Ona düğüm halinde birbirine girmiş ipler verin, fakat bunun yanında her ipin de mantıklı açıklamasını. Ortaya karışık (Van-İstanbul- Bodrum) dizisi Aşk ve Ceza’daki gibi babası öyle istediği için “kendini kocasına saklamış” karakterler, sakız gibi uzatılan zorlama neden-sonuç ilişkileri değil.
Sadece Nurgül Yeşilçay için değil, herhalde tüm oyuncular için oynadıkları karakterlerin sınırlarını keşfetmek, bu rengin daha koyusu, daha açığı, daha desenlisi, daha parlağı nedir diye sormak zevklidir ve dahası önemlidir. Sürekli ağlayan ve inandığı bir doğruyu obsesif şekilde hayatında uygulamaya çalışan depresif karakterler değil de, arada hayatla dalga geçmeyi de bilen, kendini o kadar da ciddiye almayan renkler de atın. Sanırım kendisi de öyle biri olduğu için, hayatın aydınlık renklerini tam dozunda kullanıyor, seyirciye bir nefes aldırıyor, dizi izlediğinizi hatırlatıyor, sonra esip gürleyip bir tokat atıp tüm yapacaklarına inandırıyor. O “dalgacı Mahmut” anları Nurgül Yeşilçay’ın en iyi yaptığı şeylerden biri ve söz konusu dram olunca o anlar çok kıymetli.
Aşk hikayesi yazın. Tutkulu olmasından, yerde salya sümük ağlamalardan, ‘sen olmazsan yapamam’lardan bahsetmiyorum. O senaristlerin kalemlerine kalmış. Kaldı ki siz ona aşk verin, o tutkulu yapar zaten. Yeter ki her şeyini cool yapın; sudan sebeplerden ayrılıklar, her kabak tadı veren küslükten sonra gerçekleşen barışma ve buluşma seansları ve daha da eskimiş duygular, iki saati doldurmak için saçma kaprisler, yalandan kedi-fare oyunları... Klişe tabirle o zaten sevdiyse tam sever, sonra kuyruğu kıstırıp dönmek ona kalmış. Çok güzel döner, şüpheniz olmasın.
Bu biraz kişisel olacak ama bir Eğreti Gelin ya da Adem’in Trenleri’ni yazmıyorsanız kendisi için kasabalı rollere gerek yok. Zorlama şivelere, başından kaymış yemenilere, koyu sürmelere... Kendisi şehirli rollere daha uygun. Ama kariyer kadını tipleri ondan uzak olsun. Plaza kartlarını kırıp atmayan, raporları patronun suratına fırlatmayan Nurgül’den ne bekleyebilrsiniz.
Cinselliği vicdan azabı ya da günah olarak gören frijit bir Nurgül Yeşilçay karakteri olamaz. Bu kadar.
Deli deli baktırın arada. Elbette nedensiz değil. İyi delirir ve rol güzel yazılmışsa delirmesi boşa değildir.
Lütfen şaşırtın. Cesaretine hayran bıraktırın. “Ben olsam hayattta yapamazdım”, “ne bu canım, gurursuzluk” dedirtin televizyon başında seyirciye, sonra da “acaba yapar mıydım?” diye kadınların içine kurt düşürün. Korkaklıklarını da gösterin, korkularıyla baş etme çabasını da. Sabahın köründe, konağın terasında Dicle’yle tüm geçmişte olanlara rağmen Seymen’le konuşmalarına kulak kabartın, Seymen’e bodoslama yazan kadın söz konusu olduğunda içini dolduran kıskançlıkla omuz silkme hafifliğindeki ciddiye almamalarına, şahane gelgitlerine bakın. Bu kadını iyi okuyun, sizin olanak verdiğiniz boşlukları renkleriyle nasıl doldurduğuna inanamayacaksınız.