Masumiyetini kaybeden bir dünyanın içine doğan çocuklarız neredeyse hepimiz. Aşkın bireyselliğine inanan kitlenin, aşklarını sürdüremediği bir zamanın içinde, aşkı aradığını zannedenleriz. Oysa aşk, iki kişinin birliğinden doğmamalı mı? Kendinden feragat etmeden, kendinde hiçbir şeyi değiştirmeye yeltenmeden yaşanan ilişkiler, içine hava üflenmiş ama ucu düğümlenmemiş balonlar gibi uçup giderler… Her tarafımızda boşanan ailelerin çocukları var, tesadüf değil ya!
Oysa o çocukların büyükanne ve büyükbabaları ya hala birliktedirler ya yan yana gömülmüşlerdir mezarlığa. Kocasını kaybettikten sonra bir daha hiçbir erkekle hayatı paylaşmaz sanki yaşlı kadınlar ya da eşini yaşamından uğurlayan bir yaşlı adam, bir daha tutunamaz sanki başka bir kadına. Aşk, heyecanı içinde barındırsa da bir süre sonra iki kişinin birbirine bağımlı hale gelmesine dönüşüyor. Bağlılığın ipleri de iyice düğümleniyor. Bu yüzden de aşk, o ünlü deyimdeki gibi ölmüyor, şekil değiştiriyor olabilir mi?
Fakat birbirine zaten katlanamayan, hiçbir ortak zeminde buluşamayan iki kişinin kurduğu evlilik, ne zamana kadar dayanabilir? O evliliğin çocukları, bir ilişkiyi ayakta tutabilirler mi? Tutmalılar mı? Bu soruların elbette hiçbir kesin yanıtı yok. Ancak anne-babalarını bir kez olsun yan yana görememiş çocuklar, bir ailenin hayalini her zaman kurarlar. O ailenin de bir arada kalması, siyahla beyazın gride buluşmasıyla mümkünmüş gibi gelir. Oysa belki de hiçbir ilişki, tamamıyla bir renk değişikliğini hak edecek kadar kutsal değildir. Kim bilir?
Çocuklar Duymasın’da Haluk ve Meltem’in boşanma kararı verdikleri kısıma YouTube’da denk gelince aklımdan bunlar geçti. Dizi ilk yayınlanmaya başladığında ben henüz üç yaşındaymışım. ‘Onunla büyümek’ diye dillendirdiğimiz durumun, tam anlamıyla O’su imiş yani Çocuklar Duymasın benim hayatımda. Onunla büyümüşüm.
Dizinin ilk bölümlerini elbette hatırlamıyorum. Ama ben büyüdükçe, anılar biriktirebilecek hale geldikçe diziyi izlediğimi de biliyorum. O zamanlar, benim anne ve babamın da çoktan ayrılmış oldukları zamanlara denk düşüyor. Zaten ayrılığın öncesini de pek hatırlamıyorum. Fakat Haluk ve Meltem’in çocuklar yokken yaşadıkları ilişki, hayatı birbirlerine cehenneme çeviren iki insanı anlatıyordu bana. Hiçbir ilişkinin böylece sürüp gitmemesi gerektiğini düşündürüyordu. Çocuklar evliliği ayakta tutuyordu ama çocuklardan başka da hiçbir bağlayıcı unsur kalmamıştı sanki.
Bir tarafta Şanzelize’de yürüyüş yapmanın hayalini kuran bir kadın vardı; diğer tarafta Şanlıurfa’da yiyebileceği kebapları düşünen bir adam. Tiyatroya gitmek isteyen bir Meltem ile televizyonun karşısında uyuyakalmak dışında hemen hemen hiçbir şeyden keyif almayan bir Haluk.
Açtım baktım, TGRT’de yayınlanmaya başlanan dizinin ilk bölümü, daha ilk bölümü bu ikilinin mutfaktaki tabakları kıra kıra kavga etmeleriyle açılıyor. Meltem, gençliğinin Haluk tarafından çalındığını iddia ediyor, yaşıtlarının henüz çocukları yokken kendisinin 13 yaşında bir kıza ve kardeşine annelik ettiğini söylüyor. Masanın diğer tarafından Haluk ise -bütün o yılları beraber geçirdiklerinin altını çize çize- o çocukların babalarının da kendisi olduğunu söylüyor. Evlilik terapistinde soluk almaya çalışan Meltem’e anlam veremiyor, hatta onunla alay ediyor Haluk. Meltem vejeteryan, Haluk’sa en çok ocakbaşına gitmeyi seviyor.
Fakat çocukların eve gelecekleri saatin yaklaştığını fark ettiklerinde beraberce evi toplamaya çalışıyorlar. Sağa sola koşuşturuyorlar. Çocuklar, evliliğin bıçak sırtındaki halini duymasınlar diye çırpınıyorlar. Onlara yalan söylüyorlar. Evlerine misafir olan biz izleyicilerse her şeyi biliyoruz…
15 yıl geçmiş Meltem’le Haluk’un hikayeleri gösterilmeye başlanalı. 15 yıldır hep o ilişkinin içindeymişiz biz. Havuç’un kırmızı gözlüklü, tatlı, komik bir çocuktan sosyal medya fenomenliğiyle uğraşan Furkan’a dönüştüğünün de farkındayız elbette; ablası Duygu’nun iki kez farklı insanlar tarafından canlandırıldığının da… Tamer Karadağlı’nın saçlarına kır düştü, Pınar Altuğ yaşlanmamakta ayak diretiyor. Fakat her şey değişiyor. İster istemez değişiyor. Haluk’la Meltem’in boşanmasına kadar gelmiş işte mesele… Her ne kadar sağlıklı olmadığı kesin gibi görünen bir evliliğin iki tarafı olsalar da, ‘bir’ olmayı becerebilen bir birlikteliğin de iki yakası gibiydiler hep. Bizlerin, onların zamanının çocuklarının, asla yıkılmayacağını düşündüğü kalesiydi ilişkileri. Yıkılıyormuş. Hiçbir kalenin, bu yüz yılda yıkılmaz olmadığının göstergesi haline gelebiliyormuş bir dizi.
Öyle ya, masumiyetin öldüğü zamanın çocuklarıyız biz. Ajda Pekkan’ın başı dik, ‘arkanı dön ve çık, istenmiyorsun artık’ diye sevgiliyi kovduğu çağda tanıştık hayatla. Demet Akalın ‘ismin neydi çıkaramadım’ diye sesleniyordu eski aşkına. Hande Yener, partilerde çalan aşk şarkıları yazıyordu, herkes Bebek’te üç beş tur atarak aşk acısını dindiriyordu. Bizden de aşkın, buncasına dile düşebilecek bir kavram olduğuna inanmamız bekleniyordu.
Oysa Çocuklar Duymasın, ‘bir’ kalabilmenin mücadelesiyle yanıp tutuşuyordu. Bir ilişkinin, ‘yanıp sönen bir alev’ olan aşktan öte anlamlar da içerdiğini gösteriyordu. Hangi günlerde annelerine, hangi günlerde babalarına gitmeleri gerektiğini çözmeye çalışan çocuklara umut olabiliyordu. Bir sitcom’dan beklenmeyecek kadar büyük bir anlam kazanabiliyordu bazen. O büyünün bozulması, dünyanın ne kadar da çirkin bir yer olduğunu tekrar gösterdi bana. İlişkileri senaristler tarafından yazılan ikilinin, o ilişki üzerine kurulan bir dizide bile ayrılmaları… Ağrıma gitti doğrusu. Bazen komediye de gülünüp geçilmiyor ki!
Diğer taraftansa biliyorum, mutluluktan tamamen kopmuş iki hayatın, iki insanın bir arada kalmaya çalışması, bir noktadan sonra anlamını yitiriyor. Mehmet Y. Yılmaz, İnkilap Kitabevi tarafından yeniden basılan kitabı Aşk Mavinin Altındaydı Kırmızıyı Seçtim isimli kitabında, Sanchez’lerin hayatına değiniyor. Bayan Sanchez, eşinin öldüğünü fark etmeden bir hafta boyunca ölü bir bedenle aynı yatağı paylaşmış. Bir ilişkinin ölümünün nasıl bir boyutta yaşanabileceğinin kanıtı haline geliyor bu hazin hikaye. Birbiriyle konuşmadan, birbirine dokunmadan, öpüşmeden, aynı sofrayı paylaşmadan yaşamaya başlayan iki insanın beraber olmalarının ne kadar anlamsız bir hal alabileceğini gösteriyor.
İlişkilerin, taraflarla beraber zaman içinde yaşlanması, yıllanması, ikilinin aralarındaki ‘heyecanı’ da yaşlandırıyor. O heyecan, karşındaki insana karşı beslediğin bir heyecan olmaktan çıkıyor. Hayatları, birçok konuda birbirinden ayrışan iki insan, ister istemez bireyselleşiyor ve aşkın ‘bir’ olma temeli zedeleniyor. Evet, aşk ölüyor. Bağımlık haline dönüşmek zorunda kalmıyor. Birbirlerinden başka hayatları olmayan, öyle bir hayata asla razı gelmeyen yaşlılarımızın sebepleri bütün bunlardan epeyi farklı gibi gözüküyor. Dizilerden belli.
DERİN KOÇER