Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Kadınlar karanlıkta iyi görüyor

Televizyon dizileri gökten ekranlarımıza düşen hikayeler değil. Masallardan romanlara, tiyatrodan sinemaya her tür anlatıdan, üçüncü sayfa haberlerinden dedikodulara gündelik gerçeğin her boyutundan beslenerek oluşan hikayeler. Dolayısıyla, dizilerdeki kadın karakterler salt dizilere özgü bir tercihi yansıtmıyor; toplumsal cinsiyetin ağır belirleyiciliği altında en ‘cazip’ görünen kadınlık anlatısından besleniyor. Televizyon dizilerinde kadına biçilen rol, bilindiği gibi sıklıkla bir nevi ‘kurban’ konumu. Kurbanlığın zıt kutbunda yer alan ‘güçlü kadın’ ise, yuva yıkıcıdan ebedi entrikacıya, çoğunlukla ‘kötü kadın’ı kapsayan bir kategori. Bir güç atfedilen kadın karakteri izleyiciye sevdirmek ve onu kolayca kayabileceği ‘kötü kadın’ çizgisinden kurtarmak için, bu gücü sağlam biçimde gerekçelendirmek gerekiyor. Bu bol ‘ama’lı formülün yerli dizilerimizde şimdiye dek iyi işlemesi, sonsuza dek işleyeceği anlamına mı geliyor peki? Bana göre bu sorunun uzun vadeli yanıtı, güçlü bir hayır!

Kadın karakterler söz konusu olunca acı, gözyaşı ve şiddet hiç eksik olmuyor. Kadının kurban edildiği alanlarda da acayip bir çeşitlilik söz konusu: Taciz, tecavüz, vahşi cinayet kurbanı… Yoksulluktan baht yoksunluğuna, kader kurbanı… Aşık olduğunda kadının yüzünün azıcık güleceğini umuyoruz ama aksine, en büyük acılar aşk paketine dahil halde geliyor! Aldatılmaktan terk edilmeye, kavuşamamaktan ölüme dek sayısız hüsran, hezimet bekliyor aşk yolunda dizi kadınlarını…

Ekranlarımızın gözünden yaş eksik olmayan kadınları…

Dizilerdeki ‘kurban’, ‘itaatkar’ rolünden sıyrılan, baş kaldıran, güçlü veya hikaye içinde giderek güçlenen kadın kahramanlarsa ya annelikle kutsanarak ya da irili ufaklı haksızlıkların kurbanı olarak çizilip serimleniyor. Kadının hayata karşı yalnız, güçlü, müdanasız bir duruş sergilemesi için pek de ‘kendini beğenmiş’ olmayan bir gerekçenin ille gerektiğine inanılıyor yani ve aksi bir durumun getireceği risklerden itinayla kaçınılıyor.

Gerçek hayatsa, doğaldır ki, hep bir adım ileride. Dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de, başlarına trajik olaylar gelmese de hayattaki yalnızlığın tadını ve aynı oranda zorluklarını yaşayan kadınların sayısı giderek artıyor. Kadın izleyici, güçlü olmak için çok da fazla gerekçeye ihtiyaç duymayan güçlü kadın karakterleri ekranda görmeye eskisine oranla çok daha hazır. Son birkaç yılda dünya ekranlarında daha önce hiç olmadığı kadar sık boy gösteren kadın polis/dedektifler bence bunun habercisi. Etkileri yalnızca uyarlamalarla sınırlı kalmayarak er ya da geç bize de uzanacak bir patlama olduğunu düşünüyorum bunun.

Polisiye, genel tabiriyle ‘suç edebiyatı’ nda (crime fiction) kadınların varlığı asla yeni bir şey değil. Hatta Batı’da kadın yazarların mührünün en açık seçik görülebildiği türlerden biri polisiye. Kadınlar karanlıkta en az erkekler kadar iyi gördüklerini yazdıklarıyla çoktan ortaya koydular. Tabii yazarın kadın olması, kahramanın da kadın olmasını gerektirmiyor. Kadınlar, erkek dedektifleri de, gayet iyi ve ‘çok boyutlu’ görüp anlatabiliyor. Öte yandan kadınların kadın kahramanlarla yazdığı polisiye romanlar ve kadınların başrolde olduğu TV polisiyeleri de yıldan yıla artıyor. Dünyayı cazibesiyle saran Nordic Noir’lar, İskandinav polisiyeleri de dengeyi kadın kahramanlar lehine değiştirdi. Kadın dedektifler, erkek yazarların da kahramanı olmaya başladı. Son bir- iki yılda Batı televizyonları kadın dedektiflerle doldu taştı. Bir kısmı bizde de yayınlanan bu dizilerin en ‘cazip’ kadın kahramanlarından üçüne daha yakından bakalım şimdi.

Sarah Lund, Forbrydelsen

İskandinav polisiyelerinin en ünlülerinden, muhteşem Forbrydelsen(1) (The Killing)’in yerli uyarlaması Cinayet bu hafta ilk bölümüyle ekranlarımızda. Dizinin baş kadın kahramanı Zehra Kaya’nın orijinali ise, Sarah Lund. Lund’u canlandıran Sofie Gråbøl’un, ilk sezonda karakterin gidişatı hakkında dizinin yaratıcısı Søren Sveistrup’la tartışırken ettiği bir söz, karakter hakkında epeyce fikir veriyor: “Ben Clint Eastwood’um! Eastwood’un sevgilisi olmaz!”(2)

Gråbøl burada tabii, sürdürülebilir bir ilişkiyi kastediyor. Dizide işine takıntı derecesinde bağlı, sık kullanılan deyimle ‘işiyle evli’ bir kadın olarak gördüğümüz Sarah Lund’un uzun bir ilişkiyi sürdürmesi neredeyse imkansız. Ağır akışına rağmen insanı hipnotize edercesine içine çeken, her sezonu tek vaka içeren bu seriyal formundaki dizide cinayet soruşturması derinleşip düğümler birbirine dolandıkça Sarah’nın özel hayatı da yokuş aşağı yuvarlanmaya başlıyor. Boşanmış bir kadın olan Sarah Lund, çok sevdiği oğluyla işine oranla çok çok az ilgilenebiliyor. Dizideki, zaman zaman izleyicinin gözü yerine geçen annesinin de serzenişleri aracılığıyla Sarah’nın bu işkolikliği ve ihmalkar anneliği sorgulanıyor. Karakterleri tanımak konusunda izleyiciye geniş alan bırakan dizide Sarah asla ‘her şeye yeten’ bir süper kadın değil. İş- özel hayat dengesini kuramayan, özel hayatında hep, işinde bazan hatalar yapan, çıkmazlara giren ama kolay havlu atmadan hep mücadele eden biri.

Yabancı blog ve sitelerdeki diziye dair bazı yazılarda, saçına başına pek dikkat etmeyen, makyaj yapmayan, hikaye zamanıyla 15-20 günlük bir sezonu üç kazak bir jeanle geçirebilen Sarah Lund’un, güçlü kadının erkekleştiği ya da öyle karakterize edildiği varsayımı üzerinden tartışıldığına rastladım. Ki Gråbøl’ün Eastwood benzetmesi de, bu düşüncenin pek de yersiz olmadığını gösteriyor. Bense Sarah’nın tüm bu gösterişsizliğine ve özel hayatına dair beceriksizliğine rağmen, erkeksi değil, kendine özgü bir çekiciliği olan, sadece tutkusunu işe ayırmayı tercih etmiş bir kadın olduğunu düşünüyorum. Evet, Henning Mankell’den uyarlananWallander başta olmak üzere iş takıntılı, özel hayatı yerlerde sürünen pek çok erkek dedektiften, öz yıkıcı antikahramandan genel hatlarıyla pek de farklı değil Sarah. Ancak bu biraz da izleyiciyi de örümcek gibi ağına çeken noir hikaye dünyasının bir gereği. “Biz izlerken kaptırıp işi gücü kenara bırakıyoruz, dedektif ne yapsın”lık bir hal! İzleyiciye sürekli şirin görünmek gibi bir kaygısı hiç olmadığından karakterlerle ilişkimizi yoğun biçimde manipüle etmeyen dizi, bu anlamdaki dengeyi de iyi kuruyor. Sonuç olarak işe, eve, sosyal hayata, özel uğraşlara, her şeye, herkese yetişmeye çalışırken soluksuz kalsa da hep güzel, mutlu, pozitif görünebileceği varsayılan günümüz ‘rüya kadını’na oranla ben Sarah’yı epey inandırıcı buluyorum.

Saga Noren gelmiş geçmiş en ilginç televizyon karakterlerinden biri.

Danimarka ile İsveç arasındaki köprüde, tam iki ülkenin sınırında bir kadın cesedi bulunur. İsveç polisinden Saga Norén (Sofia Helin) ve Danimarkalı Martin Rohde (Kim Bodnia) cinayeti çözmek için birlikte çalışmak durumunda kalırlar. Forbrydelsen’le birlikte dünyada en çok sevilen Nordic Noir’lardan olan Bron/Broen(3) böyle köprülü, ‘karşılaşma’lı, çatışması üstünde tüten, özetle her senaristin rüyası bir çatı üzerine kurulu. Tıpkı Forbrydelsen gibi ağır ama deyim yerindeyse seyircinin ipini bir an bile bırakmayan bir yoğunlukta ilerleyen bu seriyal de dünyada çok sevildi; ABD (The Bridge) ve İngiltere-Fransa ortak yapımı (The Tunnel) uyarlamaları da hızla yapıldı. Serinin başarısındaysa konusunun ve Nordic çekiciliğinin yanı sıra Saga Noren’in etkisi tartışılmaz boyutlarda.

Saga Noren, yalnız kadın dedektifler içinde değil, gelmiş geçmiş tüm kurmaca karakterler arasında özel bir yere sahip, ‘özel’ bir kadın. Daha ilk sahneden yarı robotsu, lüzumundan fazla direkt tavırlarıyla izleyiciyi şaşırtıyor. Öyle etikete, formel nezakete dikkat etmeyen, dangıl dungul bir karakter olmak değil Saga’nın durumu, hızla anlaşıldığı gibi ciddi bir empati problemi var. İnsanların ruh hallerini, duygularını anlayamıyor; işte ortaya çıkan dehasına rağmen sosyal norm ve kuralları algılayıp uygulamakta da ciddi sıkıntılar yaşıyor. Yeni tanıdığı, onun ne iş yaptığını bile bilmeyen bir erkekle seviştikten hemen sonra poposunu dönüp laptop’ında dehşet verici cinayet fotoğraflarını inceleyerek adamın nutkunun tutulmasına sebep olabiliyor. Ekip arkadaşlarının gönlünü almak, özel günlerini hatırlamak orada dursun, herhangi bir durumda bir teşekkür etmeyi bile akıl edemiyor. Tam bir adanmışlıkla yürüttüğü işi konusunda da, bir pürüz çıkmaması dışında kimseden pek bir şey beklemiyor zaten. Bilseydi, ‘gölge etme, başka ihsan istemem’ sözü en sevdiği söz olabilirdi. Özetle, en iyi ihtimalle tuhaf denebilir bu asla dünyevi olmayan, yalan dolan nedir bilmeyen, biraz çocuksu kadına. Martin’se hayatındaki eski-yeni kadınlar, çocukları, her daim başına iş açan, pek sahip olamadığı uçkuru, kahkahaları, ehlikeyfliğiyle Saga’nın tam zıddı, dünyevi mi dünyevi bir erkek. Saga Mars’tan, Martin Dünya’dan yani.

Dizinin tartışıldığı çeşitli mecralarda Asperger Sendromu biçiminde tahmin yürütülse de dizide Saga’nın bu durumunun adı net olarak konmuyor. Bu ‘özel’ durum, onun gücünün de, kırılganlığının da anahtarı. Yalansızlığı, zaman zaman çok zorlayıcı, kaba olsa da dürüstlüğü ile Saga’yı sevmeden edemiyorsunuz. Bunda ‘kusurlu güzel’lerin en güzellerinden Sofia Helin’in robotla insan arasındaki sınırı çok iyi çizen minimal oyunculuğunun da payı büyük. Saga’nın kadın- erkek ilişkileri konusunda nasıl olduğunu yukarıda anlattığım ‘Cinayet Masası Yatak Şubesi’ sahnesi, özetliyor sanırım. Gerçi sosyal ilişkilerde birazcık yol kat etti ama onu herhangi bir mutfakta, herhangi bir mutfak önlüğüyle hayal edemezsiniz yani, öyle diyelim. Ve böyle de kalsın, Saga güzel böyle.

Güzel, akıllı, zarif, mesafeli ve güçlü. Tanımanıza izin verdiği kadarıyla, Stella Gibson…

Kuzey İrlanda, Belfast’ta geçen The Fall(4) etkileyici atmosferi, farklı karakterleri ve katilin (Jamie Dornan) iç dünyasını, bakış açısını pek sık görülmedik ağırlıkta yansıtan hikayesiyle geçtiğimiz yılın iyi polisiyelerindendi. Gillian Anderson’ın tüm sofistike güzelliği, zarafeti, şıklığı, coolluğuyla ‘giyindiği’ Stella Gibson karakteri ise, geçen yılın kadınsılığı en önde olan kadın dedektifi. Öyle çıtkırıldım bir kadın değil ama Gibson, narin kılıfının altında tam bir ‘çelik manolya’. İşini büyük bir başarı ve ciddiyetle, erkek meslektaşlarına pabuç bırakmadan yürütürken yüz maskesini de ihmal etmeyen, düzenli olarak yüzen, bu arada bir suç mahallinin önünden geçerken aracı durdurup siluetini beğendiği polise kaşla göz arasında, pat diye otel odası numarasını da söyleyecek kadar cesur ve kendine güvenli bir kadın. Aşkla hiç işi olmayan (ya da uzun süredir olmayan), dizide ‘sweet night’ tabir ettiği tek gecelik ilişkilerle hayatına almayı tercih ettiği erkeklerin tek vuruşta kalbini ve haliyle, egosunu incitebilen bir kadın. Dizinin yerli uyarlaması yapılacak olsa karakterin telaşla çıkarılıp atılacak yönlerini de özetlemiş olduk böylece.

En sıcak, en samimi anınızda bile yanağından makas alabileceğiniz bir kız değil, Stella. Sınırları fosforlu kalemle çizilmiş, gücü bold ve italik, zaafları ise ancak şöyle bir sezilebilen bir karakter olan Stella Gibson’ı, izleyici olarak sevmekten çok saygı duyup beğenebilirsiniz. Zaten emin olun, o da daha fazlasına pek bayılacağa benzemiyor.



1) Üç sezon süren Danimarka yapımı dizinin ilk bölümü Danimarka Ulusal Televizyon Kanalı DR1’de, 7 Ocak 2007’de yayınlandı. Pek çok ödül alan ve çeşitli ülkelerde gösterilen dizi İngiltere ve Hollanda’da kült diziler arasına girdi. 2011’de The Killing adıyla ABD’ye uyarlandı.
2) Sofie Gråbøl’le bu anektodu da içeren ayrıntılı bir söyleşi için bkz.
3) Danca adı Bron, İsveççesi Broen olan, Danimarka-İsveç ortak yapımı dizinin ilk sezonu 2011, ikinci 2013’te yayınlandı. Bron/Broen’in yaratıcısı Hans Rosenfeldt.
4) Artists Studio yapımı dizinin tasarımcısı Allan Cubitt ve yönetmeni Jacob Verbruggen. İlk bölümü İrlanda RTE One televizyonunda 12 Mayıs 2013’te, İngiltere’de BBC Two’da 13 Mayıs 2013’te gösterilen dizinin ikinci sezon onayı da alındı.

ETİKETLER : zehra çelenk , ekranella
YORUMLAR




DİĞER HABERLER