Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
İşte şimdi hatırlıyoruz!

1.5 - 2 sene kadar önce. Kerem Deren ile atölyedeyiz. Bize bir projesinden bahsediyor. Bir tatil kentinde geçen romantik bir aşk hikâyesi diyor. Cümleye bakıldığında aslında gayet klişe bir şey görünüyor değil mi? Milyon tane benzeri olan, farklı bir çekiciliği olmayan bir hikâye izleyeceğini düşünür herhalde herkes bunu görünce. Değil… O bunu söylerken, böyle heyecanlanıyor. Sanki baba olduğunu öğrenen bir erkeğin çocuğuna isim vermesi gibi bir heyecan. Son derece tatlı bir heyecan… Gözünde garip bir ışıltı da var. Hikâyeye inancı o zamandan belliydi. Kerem Deren işlerinin 1-0 önde başladığını düşünen biri olarak ve o anki duruma tanıklık eden birisi olarak içimden diyorum ki  “Bu hikâye tamam. Artık bende 2-0 önde…” diye.

“Someone I loved once gave me a box full of darkness. It took me years to understand that this too, was a gift.”  -Mary Oliver

Filmin hikâyesinin “çıkış noktalarından biri” olan bu iki satır…”Bir zamanlar sevdiğim birisi bana karanlıklarla dolu bir kutu verdi, bunun bir hediye olduğunu anlamam ise yıllarımı aldı.” Tıpkı Eylül gibi, değil mi?

Daha sonradan öğreniyoruz ki filmin ilk adı “Hatırla Beni” imiş. Hatta film biraz daha gerilimli bir şeymiş ama light bir hale dönüştürülmüş. Film Kerem Çatay’a gittiğinde o da “Tekin” karakteri için Engin Akyürek ismini öneriyor. Hem fikir olunan bu isimle birlikte, “Eylül” rolünü de Farah Zeynep Abdullah’ın almasıyla çekimler başlıyor. Çekim öncesi toplantıların birinde Kerem Deren bir konuşma yapıyor. “Hepimiz çok tecrübeliyiz, bu ekip çekimler sırasında denemekten asla korkmayacak bir ekip olacak.” diye. Araya Farah Zeynep Abdullah’ın doğum günü de girince ekip iyice birbirine ısınmaya başlıyor.

Çekim dönemleri ve Bozcaada:

Çekimlerin başladığı tarih Bozcaada’nın en güzel zamanlarıydı herhalde. Ama ne zaman giderseniz gidin Bozcaada’nın havası diğer yerlere pek benzemez. Titretir adamı geceleri. Denizinden zaten bahsetmiyorum :) O kısmını orada su altı çekimi yapan ekibe sormak gerekir. En iyi onlar bilir.

Çekimler sırasında bir de Eyvah Eyvah ekibi de Bozcaada’daydı. Sosyal medyaya düşen Engin Akyürek ile Ata Demirer’in aynı masadaki fotoğrafları sonucu baya sallanmıştı ortalık. İtiraf edeyim Engin Akyürek fanlarının bu kadar çok olduğunu ben de bilmiyordum. İlk izlediğim işiydi bu film de zaten.

Bozcaada’ya gidenler bilir. Epey küçük yer. Yarım saat kadar kısa bir sürede epey bir yer gezebilirsiniz. Ama kabul etmek gerekir ki filmin 3. başrolü de Bozcaada’ydı. Domates reçelleri, Ada Cafe’nin özel oraletleri, meşhur Mitos plajı, rüzgar gülleri, Tek’in dış mekandaki doğayla bütünleşmiş evi ve kendine has dünyası, balık restaurantlarının olduğu kısım, son olarak da son senelerde başlayan deniz uçağıyla yapılan Bozcaada seferleri. Hepsi filmin içine bir şekilde monte edilmişti ve çok da güzel oldu. Tabi bundan Bozcaada da faydalandı, Google’da Bozcaada ve filmin adından herhangi bir kelimeyi yazdığınızda yapılan aramaları görebilirsiniz. Ve tabi ki film sonrasındaki ilk yaz mevsiminde giden sayısındaki artış da var.

Biraz da set sırasındaki kamera arkasındaki olaylara bakalım. Farah Zeynep Abdullah enerjisi çok yüksek bir oyuncu ve bunu bütün ekibe yansıtıyor. Özellikle karşısındaki diğer başrol oyuncusuna da… Engin Akyürek ile iyi bir ikili olmuşlardı. Engin Akyürek’in ön hazırlığa, Farah Zeynep Abdullah’ın ise daha doğal bir yeteneği olduğunu öğreniyoruz kamera arkasından. Yani Farah da Kerem Deren’in istediği “denemekten yanılmayan” sınıfından bir oyuncu denebilir bir bakıma.

Gala gecesi:

Biraz da filmin gala gecesine uzanalım. Konuklar da olmayan yok. Başta Ay Yapım projelerinde yer alan oyuncular olmak üzere, birçok dizi filmde yer alan, daha önce yer almış ve projelerde yer almak için “Ben buradayım!” mesajı vermek isteyenler gala da vardı. Filmin gösterisi öncesindeki kokteylde sektördekiler iyice kaynaşıyor, hasret gideriyor. En dikkat çeken isim ise, kokteylin bitmesine beş dakika kala Karadayı’nın setinden aceleyle gelen Kenan İmirzalıoğlu oluyor. Adım attığı anda selamlaşıp, tokalaşmak için adeta sıraya girmişti herkes. Barış Falay da herhalde o gün 200-300 tane fotoğraf çektirmiştir. Yoğun ilgi vardı. Bu arada Kerem Deren ile eşi Pınar Bulut’u heyecanlı görüyoruz. Kerem Deren, kendi çocuğunun dünyaya geleceği ilk günkü kadar heyecanlı sanki… Ama stresli gibi de. Arada nefes almak için kayıplara karışabiliyordu. Olağan bir durum.

Ardından film için salonlara dağılıyoruz. Kerem Çatay mükemmel bir ev sahipliği yaparak, her salonu tek tek gezip bir sorun olup olmadığını kendi görmek istiyor. O da heyecanlı. Ay Yapım’ın ilk film projelerinden ne de olsa. Bulunduğum salonda, Sarp Akkaya, Toygar Işıklı, Emre Karayel ve Medcezir oyuncularını görüyorum. Toygar Işıklı’yla ayak üstü muhabbet edip, müzikleri soruyorum. Her projede olduğu gibi bu projenin de kendine has, karakteristik müziklere sahip olduğunu söyleyip iyi seyirler diliyor. Medcezir’de yer alan genç tayfa (Hazar Ergüçlü ve diğer kızlar, bir de Metin Akdülger) filmi önümde seyrediyor. Metin Akdülger ile Hazar Ergüçlü’nün ne kadar iyi arkadaş olduğunu orada görüyorum. Muazzez Abacı ile ilgili yaptıkları espri film boyunca devam ediyordu :) Ve büyük bir keyifle filmi izleyip bitiriyoruz. Toygar Işıklı’nın da dediği gibi, müzikler gerçekten karakteristikti. Birazcık müziğin, birazcık da hikâyenin verdiği buruklukla filmden ayrılıyoruz.

—Bu kısımdan sonrası spoiler içerir. —

“İhtimalleri hesaplayan değil, göze alan kazanır.”

Çirkin bir adamla güzel bir kızın hikâyesi… Değil. Fragmanlarını izleyen birçok kişi bunu düşünüyor herhalde. Klasik zengin kız-fakir çocuk hikâyesi gibi. Değil. Hiç öyle değil hem de. Bazı insanlar Engin Akyürek’in oynadığı Tekin karakterinin aslında hiç çirkin olmadığından bahsediyorlar. Bu adam çirkin değil, hepimizden yakışıklı falan filan… Burada mesele adamın çirkin ya da yakışıklı olması değil. Bir adamımız var, son derece sıradan bir hayatı var ve kendisini çirkin olarak betimliyor. Yani fiziksel bir durum yok ortada. Adam büyüyememiş, farkındalığı olmayan, kafeste yaşayan biri resmen. Kafeste yaşayan bir kuş düşünelim. Açtığınızda %99 ihtimalle kafesten çıkıp, uçacaktır değil mi? Her kuş kendi kafesini evi olarak görmez, hapishanesi olarak görür. Tekin öyle değil, Tekin bir kuş değil. Tekin kendi kafesini hapishane olarak görmüyor. Çünkü diğer dünyayı bilmiyor, tanımıyor hiç. Siz de düşünün, hiç yaşamadığınız bir hayatı, bir yeri merak edebilir misiniz? Tekin de öyle. Kaldı ki Tekin’i bir kuş olarak görsek de, onu kanatları olmayan bir kuş olarak tanımlardık.

 

Filmi Eylül üzerinden okursak, o da Tekin’in hayatına girdiğinde aslında Tekin’in kafesine giriyor. Bu kafes Eylül’e göre değil. Çünkü Eylül diğer hayatı tanıyan, iyi bilen birisi. Film iki kahramanın üzerinden yürüyor. İkisinin de aşk ile tetiklenen değişim süreçleri konu alınıyor. Film ya da dizi olsun, birçok projenin temel misyonu kahramanın dönüşüm sürecini anlatmaktır. Filmlerde bir kahramanın dönüşümü daha çok keyif verici olabiliyorken, dizilerde bir kahramanın dönüşememe durumu daha ilginç ve fark edilebilir olabiliyor. Bu filmde Eylül’ün dönüşme durumuna ışık tutarken, Tekin’in de dönüşememe meselesine parmak basıyor. Eylül de dönüşüme uğrayan ama uğramak istemeyen, uğramaktan çekinen bir karakter.Filmdeki çeşitli yüzleşme sahneleriyle de bunu net şekilde görebiliyoruz. ”Geri dön Eylül. Şimdi dönmezsen, bir daha asla dönmek istemeyeceksin,” demesinden anlayabiliriz bunu. Eylül’ün kendi içinde halledemediği meseleleri de var. İkilemler söz konusu… “Anlattığı hikâyesindeki kızı sevmeye mi başladın?” demesinden de Tekin’in kafesine alışma durumunu, kendi kendini sorgulamasını, ikilemlerini görebiliyoruz.

 

Diğer yandan Eylül’ün ağzına sakız ettiği “Âşık olmak için fazla neşeliyim,” lafını itici bulduğumu söylemeliyim. Ama karakterin durumunu anlatan iyi yazılmış bir replik olduğunu da ekleyebilirim. Filmin ilk sahnesinde, Bebek’teki evinde uyanan Eylül’ün odasında yerde gördüğümüz şeyler, daha ilk dakikadan Eylül karakterinin gerekli olan “şımarık” olma durumunu gözümüze sokuyor. Ve ardından gelen kendisini dünyanın en pahalı mücevheri sandığını gösteren o yürüyüş sahnesi. Bu sahneler sayesinde Eylül ile hemen tanışıyoruz.

 

Tekrar Tekin’in dünyasına dönersek, o da Eylül ile tanıştığında yeni bir dünyayla tanışıyor. Haliyle kendisindeki bazı özellikleri değiştirmesi gerek ama olmuyor. Adamın genetiğinde var sanki bu. Tekin artık kafesinden çıkmak istiyor ve dışarıdan birinin bu kafesi açması gerek. Bu da bu hikâyede Eylül’den başkası değil. Bir yerden bakıldığında birbirlerinin hem akıl hocaları hem de aşkları. Tekin artık bilmediği dünyanın bilmediği özelliklerini keşfetmek için Eylül ile birlikte yola çıkmış durumda. Yüzme öğrenme çabası, heyecanlanmadan bir kızla baş başa yemek yiyebilme durumu, dans edebilme becerisi… Tekin’e bunlar gerek. Ama Tekin’in Eylül’e vaat edebileceği tek şey aşkı, Eylül’ün kendisine oyuncak ettiği aşk… Tam bu noktada Eylül’e de hak verebiliyoruz. Çünkü aşk güçlü kadınları güçsüzleştirir. Savunmasız bırakır. Aşk güçlü kadınlar için bir savaş ve Eylül bu aşka kendini kaptırırsa, elindeki silahını kaybeder. Hayatta bazı değiştirilemez gerçekler var. Âşık bir adam, sıradan bir adamdır bir insanın gözünde. Önemsiz bir adamdır, kolay inanabilecek bir adamdır. Yani bir kurbandır.

Hikâyenin sonuna geldiğimizde, Eylül adadan ayrılırken, Tekin’in peşinden yüzerek yetişmeye çalıştığı sahneyi görüyoruz. Ve sonucunda boğularak öldüğünü… Bu sahne için de anlamsız bulduğum yorumlar duydum. Tekin’in nasıl boğularak öldüğüne dair… Arkadaşlar bir insan boğularak gerçekten ölebiliyor. Şile’deki ölüm sebeplerini incelemenizi öneririm özellikle. Film Bozcaada’da geçiyor o ayrı, tamam ama zaten sahnenin esas olayı bir adamın boğularak ölmesi değil. Boğulma tamamıyla sembolik… Bazı sahnelerin alt metnine bakmakta fayda var. Her şey gerçek anlamda olmayabilir. Biraz daha içerilere bakmak lazım… Orada Tekin’in aşkının peşinden giderken öldüğü vurgulanmak isteniyor diye düşünüyorum. Boğulmak sadece bir araç.

Eylül de bilerek yapmasa da kolaya kaçıyor. Hayatta da öyle değil mi? Çoğu zaman yalanlara inanmak, doğruları kabullenmekten daha kolay oluyor. Şimdi Eylül, âşık olmak için fazla neşeliyken, Tekin şimdi yaşasaydı, aşık olmak için fazla yorgun olurdu herhalde. Veya yeni aşkını, yeni mucizesini bulmuş biri olurdu :)

Senaryo, yönetmen ve oyuncululuklar:

Senaryoda en çok dikkatimi çeken, dairesel yapıda başı sonu bağlama tekniğinin kullanmasıydı. Önceden seyirciye verilen bir bilginin/gösterilen bir sahnenin, daha sonradan hikâye olgunlaşmaya başladığında tekrardan kullanılması… Tekin’in yüzme olayı buna bir örnek. Diğer örnekleri de; Tekin’in “Sorun olmaz hallederiz,” cümlesi, aynı şekilde Eylül’ün “Aşık olmak için fazla neşeliyim,” cümlesi ve kumsalda yazıyla söylenen aşk cümlelerinin tekrarı… Güzeldi, içimizden bir yerlere dokundu.

Yönetmenlik olarak, görüntü yönetmeni bence baya öne çıktı. Özellikle güneşin battığı sahne… Sondaki kıyıda çekilen sekans da bence çok başarılıydı. Yazar ilk defa denediği yönetmenlik koltuğunda da bence başarılıydı. Adaya gelirken kullanılan deniz uçağı sahnesinde de, bir Alfred Hitchcock popülaritesi olan, arka planda yönetmenin ve bu filmde ekstra olarak yönetmenin eşinin gözükmesi dikkatlerden kaçmıyor :)

Oyunculuklardan bahsedersek, Farah Zeynep Abdullah’ı ilk defa bir dönem işinde görmedik. Olduğu gibiydi kısacası. Bence çok da iyi bir seçim olmuş Eylül karakteri için. Oyunculuk olarak bence güzel bir ışık saçtı.

Engin Akyürek hakkında soru işaretlerim vardı çünkü daha önce bir projesini izlememiştim. Ama bence Tek karakterini giymişti. Hele Eylül botla adadan ayrılırken, peşinden gitmek için denize girdiği o sahnede gösterdiği oyunculuk olağanüstüydü… Çaresizce o denize girişi ve savunmasız, aşkı için en korktuğu şeylerden biri olan yüzmeyi bile göze alması duygusunu bence çok iyi geçirdi.

“Herkes öldürür sevdiğini” teması:

“Yazmak, yaşanmamış hayattan intikam almaktır.”

Bu filmde de yazarın önceki işlerinden olan Ezel gibi “Herkes öldürür sevdiğini” teması vardı. Buradan ve filmin sonunda yer alan ithaf yazısından yazarın da içinde halledemediği bir mesele olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Zaten dünyadaki hemen hemen bütün yazarlar, en çok kendinden beslenir. Beslenmelidir de. Kendi hikâyesini bilmeyenlerin, başka hikayeleri anlatmasını doğru bulmuyorum. Önce kendimizi tanımalıyız, kendi hikâyemizi bilmeliyiz. Anlatıp anlatmamak, yazarın kendisine kalmış bir durum. Bununla birlikte, filmlerin hikâyelerinin direk olarak bu durumlarla eşleştirilmesi hoş bir durum olmaz. Yazılan senaryolara, gösterilen emeklere saygısızlık olur. Ama esinlenmek bence güzel bir durum… Umarım ki yazmaya gönül vermiş herkes bir şeylerden esinlenir, en çok da kendinden. 

Filmin bize kazandırdıkları:

“Provası yok hayatın. Ne yeniden yaşamak mümkün, ne de yaşadıklarını silebilmek. Önemli olan; ilk defa değil, son defa sevebilmek.” 

Film çıktıktan sonra sizi rahatsız eden bir film aslında… Dokunuyor içinizde bir yerlere. İçimde romantik bir “The Sixth Sense” hissi de bırakmadı değil. İzlerken bazen Tek olduk bazen Eylül. İkisini de anladık yer yer. Eylül aynanın karşısına geçerken, sadece o geçmedi aynanın karşısına. Bir aşk oyunu oynamak isteyip, sonucunda olduktan sonra olacaklardan, karakterinden ödün vermek isteyenler olarak hepimiz geçtik, yüzleştik kendimizle. Bazı şeyleri çok geç fark ediyoruz biz de Eylül gibi. Bazen bir şeyleri hafıza kaybından olmasa da bizler de unutabiliyoruz, değeri azalabiliyor gözümüzde. Ve bir mucizeye ihtiyaç duyuyoruz. Film, gerçek hayatta olduğu gibi kaçırdığımız bir mucizevî olayın, tekrardan anlatılarak onu yakalama öyküsü aslında. Gerçek hayatın penceresine dönersek; anlatmak, yaşamak oluyor. Birine yaşattığımız şeyi biz de yaşadığımızda… Bir ders almamız gerekiyor kısacası. Hayatta yapılan her hatanın telafisi olmuyor, bazı durumlarda hataları örtmek yerine, bedelini ödeyip hesabı verebilmek gerek, tekrar yaşamak için.

Ben bu filmin kendisine edindiği meseleyi sadece Tek’in meselesi olarak görmüyorum. Bu mesele sadece Tek ile bütünleşen erkeklerinde değil. Çoğu kızın da Tek’in penceresinden baktığımızda halledemedikleri benzer meseleleri olduğunu düşünüyorum. Tek’in meselesi, aynı zamanda Eylül’ün de meselesi. Değişmekten çekiniyor oluşunun meselesi. Eylül bazı şeylerin farkında, bu aşk onu öldürür… O aşkın onu öldürmemesi için, bazı kurbanlar gerek. Tek gibi aşkı için sonuna kadar savaşmayı göze alacak kurbanlar. Hayatın değiştirilemez kuralı, birilerinin mutlu olması için birilerinin üzülmesi gerekiyor.

Kız ya da erkeksiniz. Bu hiç fark etmez. Cinsiyetinizin ne olduğunun hiçbir önemi yok. Asıl mesele hayat böylece akıp giderken siz hangi tarafta duruyorsunuz? Hangi kapıdan hangi eşiği geçeceksiniz? Bir durup da düşünün. Ve kendinize cevap verin. Siz kimsiniz? Tek mi yoksa Eylül mü?

“İstanbul geç kalmaların şehridir. Randevularımıza, dostlarımıza, sevdalarımıza, hayallerimize… Hatta kendimize geç kalırız.”

Hayatımızda sürekli ruhsal anlamda değişimler yaşıyoruz. Bir nevi kimlik değiştiriyoruz kendi küçük dünyamızda. Eski meselelerimize yeni ruhsal kişiliğimizle bakıyoruz çoğu zaman. Bu film geç kalmalara başka açıdan yaklaşan bir iş. Birçok şeye geç kalabiliyoruz hayatta. Eylül de kendisine geç kalmışlardan. O artık kendi meselesine, pişmanlığı zirvede olan yeni kişiliğiyle bakıyor. Ama meselesi eskimiş durumda ne yazık ki, Tekin’in ölümü yüzünden. Buradan çıkaracağımız dersle, kendi hikâyelerimizde kimseye ve kendimize geç kalmayız dilerim ki.

Filmde bir sahne vardı. Berrak ve Eylül’ün sevgilisini canlandıran karakter, adadan ayrılıyordu. Eylül dedi ki “Ben gelmiyorum…” Eylül o gün gitseydi onlarla, aslında hiçbir şey olmayacaktı. Aşkı hatırlamayacaktı. Tamam, film gereği hatırlaması gerektiğinden de dönmedi ama olayı gerçek hayata dökersek, %99,9’umuz orada dönerdi. Düşünelim… Kaç kez yapmamız gerektiği düşüncesi bize aşılanan bir şeyi yapmadık? Bize ait olmayan bir şeyi en son ne zaman yaptık? Ne zaman bir şeylere cesaret ettik? Mucizelerin filmde olduğu söylenebilir ama kaçımız hayatında mucizeye ulaşmak için çılgınca, kendisinden beklemediği bir şeyi yaptı? Bence mucizeyi yaratmak da birazcık insanın kendi elinde…

 

Filmde bir mesaj olarak da bence bazı şeyleri hatırlamanın daha kötü sonuçlar doğurabileceği de var. Eylül tüm bunları hatırlamasaydı, belki de bundan sonraki hayatı daha sorunsuz, daha huzurlu olacaktı. Ama şimdi ne yaparsa yapsın, kimi severse sevsin, yaşayacağı sonraki aşkta bir yerlerde Tekin’i göreceği anlar olacak.

İçinizde aşkla ilgili mesele varsa halledemediğiniz, film bence size göre. Gece yattığınızda yastığa başınızı koyduğunuzda, “Dur uyuyamazsın! Düşünmen gereken bir konu var,” diyecek bir film bence Bi Küçük Eylül Meselesi. Kendi içinizde ikiye bölünüp tartışabileceğiniz bir film kendinizle.Ve bir noktadan sonra bakmışsınız ki bir an Eylül’e hak veriyorken, diğer yandan Tekin’in hikayesine kenetlenmişsiniz.

Bir sahne vardı. Tekin’in Eylül’e gösterdiği “çerçeveyi yap” sahnesi. İnternetten hoşuma giden yorumlardan biri :)

“iPhone’u, Instagram’ı bir kenara bırak ve manzaranın tadını çıkar, dijitallikten çıksın güneşin batışı, çıkar aradaki optik camı, sadece kendin olarak gör ve çerçevele.”

Filmin başarısı ve izleyiciden alınan reaksiyon:

  • Filme İtalya’da düzenlenen Salento Uluslararası Film Festivalinde en iyi film müziği ödülü geldi. Ve Montreal’de düzenlenen Türk Filmleri Şenliği’nden de izleyici ödülünü aldı. 
  • Film yayında kaldığı süre boyunca 917.000 kişi tarafından izlendi. 
  • Müzik marketlerde filmin DVD ve Bluray’i çıktı. 
  • iTunes’da filmin müziklerinin yer aldığı soundtrack albümü yer alıyor. 
  • Imdb’de filmin puanı izleyiciler tarafından 7.5 olarak belirlendi.
YORUMLAR




DİĞER HABERLER