Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
HABER
Eğer bir kardeşim olsa adı Güney olurdu

 
Kuzey Güney ile izleyicilerinin arasındaki ilişki de dizi gibi benzersiz. İki sezon sürmüş olabilir ama Kuzey Güney gelip geçmeyecek. Bu nedenle, Ekranella'nın sayfalarında her zaman yer alacak, hiç ummadığınız bir anda burnunuzu sızlatacak. Dizinin hasretini çekenlerden biri, hislerimize tercüman oldu
 
Nesnelerle, yapıtlarla ya da adını sizin koyabileceğiniz bir çok şeyle bağ kurabilen biri değilim, çocukluğumdan beri bu konuda kendimi eğitmeye çalıştıysam da başarılı olamadım. Romantik değilim, çok naif görünen benliğimin altında adeta bir barbar var. Bir eşya kırılırsa zamanı dolmuştur, bir şey kaybolduysa yeterince sevmemişimdir ve eğer bir şey biterse bitmesi gereklidir. Hayatımda çok az şeye (iki elin parmaklarıyla anca sayarsınız) bu gözle bakmışımdır, zararından çok faydasını gördüğümü düşündüğüm bir şey bu. Yeni şeylere alışmayı kolaylaştıran, saplantıyı ortadan kaldıran ve insanın damarında dolanan kanı değerli kılan... Alışmak çok zararlı ve zehirli bir şey, canını yaktığıyla kalıyorsun en ufak bir kırılmada.
 
Keyfimin yerinde olduğu bir sonbahar akşamı, yanımda bir şişe şarap ile Kuzey Güney’i izlemeye başladım. Kıvanç Tatlıtuğ hakkında yazılan haberler, Buğra Gülsoy’un Fatmagül’ün Suçu Ne? dizisinde izlerken pek sevdiğim performansı, Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu’nun çok sevdiğim kalemi derken ben kafa sesimle konuşmaya başlamıştım. “Ne Muhteşem Süleyman’ı ya? Benim Hürrem’im de belli, Süleyman’ım da.” Dönem işlerini seven biri olsam da karşımdaki hikaye ve kadro bana fısıldıyordu, “beni izle”. Açık söylemem gerekiyor, uzun zaman sonra bir Türk dizisinde bunu hissediyordum. Aşk-ı Memnu sayılmaz, onu Türk dizileriyle alakası olmayan arkadaşlarım bile “Adnan Bey bu hafta ne zırvalayacak? Keh keh,” diye izliyordu. Jenerik girdi, müziği duymamla tüylerim diken diken olmuştu, çoktandır izlemek istediğim bir şey başlıyor gibi hissettim. Sahneler akarken, bardak dolup boşalıyordu. Cemre (Öykü Karayel) beni o kadar irite etmişti ki , uzun bir süre Güney’in Kuzey’e kötü davranmasının sebebi olarak onu suçladım. Sonra kendime itiraf ettim, Güney her zaman bahanesi olacak insanlardandı. Güney, benim kardeşim gibiydi. Hiç olmayan, eksikliğini hissettiğim, başıma dünyalar kadar iş açar ama yine de benim kardeşim olur dediğim adam Güney’di. Daha ilk bölümden diziye duygusal açlığımla bağlanma sebebim işte buydu.
 
Okumuş olduğunuz diyalog, tarihi olduğu iddia edilen ve aslında günümüz konuşmalarının Osmanlıca ile süslenmiş halinden binlerce kat daha gerçek ve daha özenli yazılmış bir sahneden alıntı. Kuzey ve Güney tam iki sezon boyunca durmadan kavga ettiler. Arada Handan Hanım (a.k.a El Bezi ) ve Sami Tekinoğlu (a.k.a Bağıran Adam) barışmaları ve geçinmeleri için ellerinden geleni yapsa da doğruları ve yanlışları bu kadar apayrı iki adamı bir araya getirmek tatlı bir ütopyadan başka bir şey değildi. Ortada “aşk” belası da varken, aynı sütü emen, beraber büyüyüp kısmen aynı dertleri çekmiş iki genç adamın yolu, bütün yaşanmışlıklara rağmen asla kesişemezdi. Asla bir araya gelemeyecek iki adamın hikayesinde, Cemre’nin yeri gün geçtikçe sağlamlaştı ve sağlam bir zemine oturdu. Ben ilk bölümlerde haddinden fazla genel izleyici gibi düşündüm, “İki tane aslan gibi oğlan bu sümüklünün derdine kaldıysa, yansın bitsin bu memleket!” Bu söylediğime bakılırsa, ileride anne olduğumda tam bir erkek annesi olabileceğimi de anlamış bulundunuz. Söz veriyorum kızım olursa tövbelerimi bozacağım, kimseye sümüklü filan demeyeceğim. Ortalıkta aşk belası var dedim ama bunun daha Ferhat’ı var, Simay’ı var, Zeynep’i var, Burak’ı var, Barış’ı var, Ebru’su var, Deniz’i var. Kuzey ve Güney’in Cemre’den sonra gelen ortak özellikleri sizin de anladığınız gibi bela mıknatısı olma konusunda yarışmaları. Özellikle aradıklarını da düşünmüyorum; hikaye böyle gelişti, gelişine vurmaktan keyif aldılar.
 
Kuzey, aşık olmayı Cemre’de öğrenmişti buna rağmen denemekten vazgeçmedi. Simay fiziksel ihtiyacını, Zeynep duygusal olan tarafını besledi. Kardo Ali’nin dediği gibi “Oğlum sen yakışıklı çocuksun, partiye önce sen gir biz arkandan besleniriz!” Kıvanç Tatlıtuğ zaten malumunuz üzere bir adam tutup da “Ali haklı yaaa!” diyecek olan şuursuz ben değil. Güney ise Banu’yu mantık evliliği olarak görüp, devamında seksi ve hırslı kadın Melda ile bir şeyler yaşadı. Fakat bu konuda beceriksiz olduğu su götürmeyen Güney, o işi de eline yüzüne bulaştırmayı başardı. Hem de öyle bir bulaştırdı ki hikayenin sonunun izlediğimiz şekilde bağlanmasının sebebi yüksek muhtemelle bu oldu. Madem ki yeri geldi, kişisel tercihimin hikayenin Pepe Le Pew’i (Looney Toons’un romantik, şapşal ve sinir bozucu kokarcası) Barış Hakmen olduğunu belirtmek durumundayım. Cemre onunla evlenmeye niyetlenip, sevimsiz bir evlilik içerisine girdiğinde “Bırak Kuzey’i Güney’i yahu, Barış’ı kafaladın ehe ehe!” diye yüzeysel ve aptallıkta sınır tanımadığım yorumlar yaptım. Pişman değilim, soracak olursanız şimdiden söylemek istedim. Çağdaş Onur Öztürk, izlerken her haline, işvesine, cilvesine ve mimiğine hayran kaldığım bir oyuncudur. Çok daha iyi işlerde yer almasını diliyorum ve umarım çeşitli sebeplerden dolayı kötü daha doğrusu özensiz işler seçmek zorunda kalmaz.
 
Banu’nun sarı saçlarıyla örülü şehvetli parası, kardeşi Barış Hakmen’in o çapkın gülümsemesi ve akıllı geçinip romantikliğe bulanan halleri , Ebru Sinaner’in sözüm ona aileyi bir arada tutma çabası zengin-fakir her ailenin kendinden imzalı dertleri olduğunu gözümüze soktu. Kavga her yerde aynıydı, birilerinin eşeği daha güzel olmak zorundaydı. Bir yerden Burak Çatalcalı çıktı geldi, ben hala Burak’ı hikayede bir yere koyamıyorum kafamda. Yani şu yazıyı yazarken bile son anda aklıma geldi ki Serhat Teoman’ın oyunculuğuna diyecek lafım yok, yanlış anlaşılma olmasın. Simay ise ne fotoğrafta ne hikayede bir dakika aklımdan çıkmadı. Bir ara en büyük hobim her hafta Simay’a küfretmekti. Evet, böyle acayip bir alışkanlık belirlemiştim kendime, Twitter dahil her yerden Simay’a sallayıp mutlu oluyordum. Düşünün hayata ne kadar öfkeliymişim o aralar hıncımı Simay’dan çıkarmışım. Hazar Ergüçlü’den bu vesile ile özür dileyeyim. Etrafımdaki herkes o iki saat (saat değiştiğinde de durum değişmedi ) bana dokunulmayacağını benim ailenin görünmez üyesi olduğumu biliyorlardı. Kuzey ve Güney kavgasında ben olaya sonradan dahil olan, evin kuzeni Nida idim ve taraf tutmaktan ziyade herkese hak vermekle meşguldum. Bir şartla, Simay hep haksızdı. Dizinin son bölümü dahil , Simay’ı haksız buldum. “Yahu kızın hayatını Kuzey mahvetti!” diyen arkadaşlarıma ise ”Kuzey’in ne olduğu belliydi kardeşim, yamamasaydı kendini Allah’ın kezbanı!’” dedim. Bu kararımdan dolayı da pişman değilim.
 
Ali (Rıza Kocaoğlu), başladığı andan gittiği ana kadar diziyi izlenir kılan ve keyifli hale getiren adamlardan biriydi. ‘SundayMan’ esprisi olsun, kritik anlarda girdiği olaylar ve Kuzey’i sakinleştirmek için gerekirse sevdiği kadını ihmal edişi olsun hayatınızda yer almasını istediğiniz bir arkadaştı, dosttu, kardo’ydu. İşte hikayeyi böyle taze tutan adamlar olduğu zaman dizilerde, izlemekten haz alıyorsunuz. Burada oyuncunun da başarısı çok önemli elbette. Ali’nin hikayesi benim çok bitmesini istemediğim bir yerde bitmiş olsa da bir sezon boyunca onun Kuzey ve etrafı ile olan ilişkisini izlemek çok keyifli ve unutulmazdı. Ali sadece kavgaya çağrıldığında giden bir adam değildi, bunun çok ötesinde bir misyonu vardı. Ali, probleme dahil olup problem çözebilen ve bunun üzerine goygoyunu yapabilen nefis bir karakterdi. Hikayesi sonradan içimize işleyen Demet’i , Ali’nin yadigarı diye bu kadar sevmedik mi? Şeref Komiser’i, Ali’nin hatırasına saygı duyuyor diye bağrımıza bastığımız da bir gerçek. Ali, gidişinden sonrasına bile çok güzel hikayeler bırakan bir adamdı, hayatımıza böyle insanlar girse çok şanslı oluruz diye düşünüyorum.
 
Zerrin Tekindor, karakteri yaşayan ve hayat veren bir oyuncu. Gülten, kızı Cemre ile ilişkisi ve aşka dair bakışı ile bir sürü “kız çocuğunun” hayalindeki anne oldu. Ben kendimden örnek verecek olursam anneme gidip de “Anne ben aşığım ühühü çok kötüyüm!” desem, annem önce gözlüklerini bir indirir, bana sert bir bakış atar ve sakin bir şekilde “Git bir kahve koy!” der. Bu noktalarda Gülten aşırı derecede karikatürize olsa da biz ona bu şekilde inanmayı ve sevmeyi tercih ettik. Ben dahil bir çok insanın “Bunların ana kız aşktan meşkten başka derdi yok mu? Bu tencere nasıl kaynar döner, hanım hanım!” dediğimiz yerler oldu, olmadı değil. Çok yapacak bir şey yok. Bazı insanlar böyledir, sadece kalplerini dinleyerek yaşarlar. Gülten ve kızı Cemre kalplerini dinleyerek yaşadılar, bizim gibilere inat. Bu hikayede mutlu son onların oldu, gerçek hayat böyle olmasa bile onlar için mutlu olmamamız kıskançlık ve kötülük olurdu.
 
Her erkek hikayesinin, bir mutsuz kadını vardır. Bu kadınlar düşündüğünüzün aksine “kazanan kadından” daha güçlü ve daha güzellerdir. Bu dediklerim göreceli kavramlar olsa da eski bir deyim söyler büyüklerimiz “Allah çirkin şansı versin” . İşte benim demeye çalıştığım şeyi en güzel özetleyen de bu olsa gerek. Zeynep ve Banu bu hikayenin kaybeden kadınları oldular. Mutlu son onları bulmadı, Simay parasını pulunu alıp yeni bir geleceğe adım atarken Banu sonsuzluğunu, Zeynep ise büyük ihtimalle aşksız ve keyifsiz hayatını tercih etmek zorunda kaldı. Birini Kuzey fırtınası, diğerini Güney ateşi etkiledi. Absürd tarafı, bu iki kadının da dışarıdan bakıldığı zaman bir erkeğe mecburiyetleri ya da eyvallah çekecek durumları yoktu. Aşk adı altında kendilerine en şahanesinden bir işkence çektirdiler, Cemre ise bu iki kadının da hayatını etkileyen “çirkin şansı”na sahip olan taraftı. Kuzey’in onu yıllardır “Çirkin” diye sevmesinde bir sebep arayanlar bu duruma bir göz atmalı diye düşünüyorum.
 
Dizinin hikayesi kimi zaman çok sendeledi, kabul ediyorum. “Kim ateş etti laaaan?” sorusu altında şekillenen Ferhat’ın ölümü, üç-dört ayımızı bile yememesi gereken bir mesele iken neredeyse bütün hikayeyi eline alıp evirip çeviren bir mevzu haline geldi. Ben daha fazla kardeş çatışması izlemek istiyordum, Kuzey ve Güney’in anlatabileceği çok fazla şey vardı. Öğrenebileceklerim, ikisinden öğrendiklerimden daha fazlaydı ama böyle uygun görüldü ve oturup ben de paşa paşa izledim. Şu noktadan sonra mızmızlık etmek kaba tabirle biraz 'şımarıklık' olabilir. Handan Hanım’ın üzerimde emeği çok, sabrı ve selameti öğrenmek konusunda teşekkürlerimi sunuyorum. Bir ara “Bu kadın daha ne kadar saçmalayabilir?” diye sorarken, ikinci sezonun ortalarında “Bu kadın bunları hak etmedi!” derken kendimi yakaladım. Senaryonun, yönetmenin ve oyuncunun başarısını yabana atacak değilim, Handan Hanım annelik kavramına yeni bir soluk getirdi. Anneler evlat seçebilirdi, bundan pişman olacakları zaman geldiğinde ise yine evlat seçerlerdi. Annelik kutsal olduğu kadar zor bir şey ve Handan Hanım’ı da benzerlerini de bunun için suçlayamayız. Sadece olup biteni zamanla anlıyoruz ve insanın birinden ya da bir olaydan ümidi varsa kırılmasını asla istemiyor. Kalbi kırıldığı zaman da herkesten çok kırılıyor , toparlanması da imkansız hale geliyor.
 
Yazının başında belirttiğim üzere, alıştığım şeyler iki elin parmağını geçmez. Kuzey Güney alıştıklarım sıralamasında ilk beş içerisinde yer alıyor. Her Çarşamba akşamı içimde bir burukluk ve özlem taşıyorum desem yalan olmaz, abarttığımı sakın ola düşünmeyin. Bizimkiler dizisi gibi sürse gitse (isteklerim bazen saçma olabiliyor) Güney hapishaneden çıkıp kendine yeni bir iş kursa, Kuzey’in Cemre ile bebeklerini büyütmelerini izlesek, Handan ve Sami yasak aşk yaşasa, Barış Hakmen kardeşinin intikamı için daha çok bilense ben yine oturur izlerdim. Arjantin’de, Brezilya’da yıllarca devam eden pembe diziler var, konuları böyle ilerliyor ve gerçekten kimse izlemekten vazgeçmiyor. Bunu biz de yapabilirdik ama bu kadar pahalı bir kast ve prodüksiyonun o kadar lüksü olmadığının ben de farkındayım. Keşke kısmet olsaydı da, bu kadar iyi bir hikayenin daha uzun ve daha farklı işlendiği bir işi izleseydik, ne güzel olurdu.
 
Gerçeklere yaklaşan tarafı ve izlettikleri ile Kuzey Güney iki erkek kardeşin yürekleri parçalayan hikayesi değildi. İki erkek kardeşin, aynı sütü emmiş ve aynı odalarda yetişmiş iki adamın hayatta kalma ve kendini ispatlamasının öyküsüydü. Siz kimin tarafındaydınız, hangisi size daha doğru ve haklı geldi bunu bilemem. Bildiğim şey şu; bir erkek kardeşim olsa bu gerçekten Güney gibi bir adam olurdu. Ben Kuzey olmazdım, olamazdım. Hiçbir zaman Kuzey kadar sert esemeyeceğimi bildiğimden, kendimden emin olarak bu yazıyı bu kişisel itirafımla sonlandırmak istiyorum.
YORUMLAR




DİĞER HABERLER