Cebimdeki Yabancı filmini izledikten sonra önce karnım acıktı, sonra aklım karıştı. Karnımın acıkmasının sebebi, elbette filmin bir “sofra filmi” olması. Yani dostlar toplanıyorlar, yemekler hazırlanmış, kocaman bir masanın üzeri donatılmış. Bütün film boyunca -hemen hemen- o sofradan kalkılmıyor, kalkılsa bile mutfak ve etrafına dağılınıyor. Oyuncu olarak tanıdığımız Serra Yılmaz bu defa yönetmen koltuğunda ve zor bir işin altından kalkmış: Sofra dağılmadan film bitmedi, sofranın dışına film taşmadı ama bir sinema salonu dolusu insan kah gülerek kah hüzünlenerek izledik perdeyi. En çok acıktık, ona şüphe yok. “Sofra da sofraymış, ha!” deyiverdik.
Filmi izlerken elbette insanın kafası pek karışmıyor. Çünkü rulonun döndüğü her an, izleyici olarak biz de o “an”dayız. Senaryonun “doğru” diye sunduğunu “doğru”, “yanlış, yalan, iğrenç” diye sunduğunu da yine benzer şekillerde ifade ediyoruz. Fakat ne zaman ışıklar yanıyor, Sezen Aksu’nun film için bestelediği şarkı çalmaya başlıyor (Filmin müziklerini Aksu’nun oğlu Mithat Can Özer yapmış) o zaman karın gurultusunun yanına akıl takırtısı ekleniyor.
Orijinali İtalyan filmi Perfetti Sconosciuti aslında Cebimdeki Yabancı’nın. Serra Yılmaz ve hem dostu hem de filmin yapımcılarından biri olan Ferzan Özpetek, İtalyan sinemasına yakınlıklarını, bir İtalyan filmini Türkçeye ve Nişantaşı’na uyarlayarak göstermişler. Çok da iyi etmişler.
Olaylar şu şekilde gelişiyor: Çocuklukları, ilk gençlikleri, gençlikleri ve şu anları (yani hayatları) birlikte geçen dört erkek arkadaş, geleneksel bir buluşma ayarlıyorlar. Ay tutulması olacak, onu izleyecekler ve yemek yiyecekler. Dört arkadaştan üçü evlenmiş. Biri evlenip boşanmış, sevgilisi varmış gibi davranıyor ama kız yemeğe gelmiyor. Kocalar ve eşleri ve Çağatay Çorumlu böylece sofraya oturuyorlar. Fakat çok zihni sinir bir fikir atılıyor ortaya: Telefonlarını masanın üzerine bırakacaklar ve gelen her mesajı sesli okuyacak, aramaları hoparlörde yapacaklar. Tamam mı? Zorla da olsa tamam. Ve fakat -senaryo bu ya- herkesin kirli ve kırmızı çamaşırları, telefonlarına birer birer düşmeye başlıyor. Normalde Büyük Şehir Belediyesi’nden gelecek olan mesajlar metreslerden, genç güzellerden geliyor. Ay tutulması bitmeden, evlilik tutulmaları başlıyor. Meğer herkesin ilişkisi bir sefalet yuvasıymış. Meğer bütün evlilikler mutsuzluğa mahkummuş.
Filme göre telefonlar modern zamanların kara kutuları. Fakat bütün kara kutulara da zina yuvası muamelesi yapmak ne kadar doğru, inanın bilmiyorum. Mesajlarıma baktım, en son Turkcell’den, bir otelden ve Kimaramış servisinden mesaj gelmiş. Whatsapp’taysa gereğinden kalabalık gruplar da gırgır yapılmış, aile grubunda “kentsel dönüşüm”deki ev tartışılmış. İki saat boyunca otursak bir masaya, açsak telefonları, gerçekten sıkılırmışız. Ancak herkes benim kadar tekdüze değil herhalde. Herkesin sırları var, bazılarına açıklayamadıkları.
Aklım karışınca açtım, evli çiftlerin yüzde kaçı bir birini aldatıyormuş baktım. Haberler, internet, psikologlar... Her biri farklı bir şey söylemiş. Yüzde 25’ten yüzde 79’a kadar sayılar var. Bir de tabii aldattığını söyleyemeyenleri eklersek, herhalde evlilik sayısından çok aldatmaya varacağız, o yüzden bir duralım. Bu istatistiklerden sonra, mümkünse bir sofranın etrafını evliliklerinde trilyon tane sorun olan, mutsuzluğu bir yaşam biçimi sanan, kendini alkole ya da genç kadınlara saran insanları bir arada, bu kadar riskli bir şekilde toplamayalım. Unutmamak lazım: Meryem Ana’nın bile sırları olabilir. En günahsızımız bile hayatı boyunca yalnızca sevaplarla yaşamadı.
Fakat The Washington Post’ta okuduğum bir yazı, önüme serilen tabloyu bir nebze daha iyi anlamamı sağladı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yapılan araştırmalarla bugün yapılanlar karşılaştırıldıklarında, inanılmaz bir yüzdeyle aldatmanın ve haliyle aldatılmanın fazlalaştığını görülüyormuş. Az buz değil, yüzde 50’lere, 60’lara dayanan bir orandan bahsediyor uzmanlar.
Cebimdeki Yabancı 21. yüzyılın şeytanını, telefonlarımızı betimlerken “kara kutu” diyor ya... Sonra, filmin sonunda, kendi ve karşısındakilerin yalanlarına inanarak yaşamaya devam edenlerin mutlu olmasalar bile “yaşıyor” olduklarını görüyoruz ya... İşte o zaman anlamalıyız aslında “kara kutu”nun telefonlarımız değil, kendimiz olduğunu. Uçakları düşmek üzere olan pilotlar, zannetmem ki kara kutularına metreslerinin isimlerini fısıldasınlar.
Ne de olsa yaşadığımız hayatlar, bizim hayatlarımız. Aldığımız kararları, biz alıyoruz. Beraber olduğumuz insanları, çoğunlukla biz seçiyoruz, biz seviyoruz. İnsan, kendi iradesiyle seçim yapabildikçe kendi hayatını yaşar ve hür olur. Telefonların ya da ilişkilerin “kara kutu”lara dönüşmeleri de bizim seçimlerimizden ileri geliyor. Şeytan telefon değil, insan oluyor o zaman.
Telefonum titriyor, herhalde mesaj geldi. Gecenin bu saatinde kim ki? Pizzacıda maç menüsü varmış. İndirimli. (mi acaba?)
Eh, karnım da acıkmıştı, söyleyeyim bari... (Pizzacıyı mı aradım acaba?)
DERİN KOÇER