Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Biz böyle olsun istemezdik

Nick Hornby, High Fidelity romanında içinden bir türlü çıkamadığı ilişkisini anlatır. Kitabın anlatıcısı Rob ile ‘eski sevgilisi’ Laura ayrılmıştır ama kahramanımız, bir türlü kabul edemez bu ilişkinin bittiğini. Başka bir kadınla beraber olur ama gecenin ortasında, karşılıklı sigara içerek ‘yaralarımız var bizim, geçmez böyle’ tadında sohbet ederken bulur kendini.

Rob, Laura’nın üzerinde yarattığı etkiden kurtulmak için kendisini -Laura gibi- başka insanlar için terk eden beş ayrı sevgilisiyle görüşüp, sorununun nerede olduğunu anlamaya çalışır. Ne kadar başarılı olduğu, tartışmaya açıktır. Kurtulamaz biten ilişkisinden bir türlü. Diğer eski sevgililer de ‘eskisi gibi’ kalmamıştır zaten. Öyle ki ‘en sevdiği’ Charlie, dayanılamaz bir kadına dönüşmüştür. (Aslında Charlie, aynı Charlie’dir tabii; değişen hayatlar ve Rob’dur çoğunlukla.)

Hornby’nin romanı her ne kadar bir ‘aşk çıkmazı’nda geçiyor olsa da ben, komik bir şekilde kendimi kitabın kahramanı Rob gibi hissediyorum her bilgisayarımı açıp bir şeyler izlemeye başladığımda. Farkımız şu: Benim çıkmazım aşktan değil, uzaklardan yana.

Şöyle ki, üç aydan biraz daha uzun bir süre önce birkaç bavul kıyafet ve kitapla, yalnız başıma Londra’ya taşındım. Ancak hikâye, yalnız benim değil. Mensubu olduğum jenerasyon, benimle aynı anda, aynı yazın sonunda dünyanın dört bir köşesine uçtu gitti. En yakın arkadaşlarımın bir kısmını aradığımda arka plan sesi Almanca oluyor; kimi kahve siparişlerini Fransızca, bazılarıysa -benim gibi- İngilizce veriyor. Flamenkçe öğrenmeye başlayanımız da var; İsviçre’deki Almanca ile lisede öğrendiğinin benzememesinden yakınanımız da. ‘Bochum’ diye bir kent bile girdi hayatıma.

21’inci yüzyıla isim verecek tarihçiler için bizim önerimiz, ‘uzaklar yüzyılı’ olabilir sanırım. Aşklarımızın arasına sınırlar, dostluklarımızın önüne vizeler girdi. (Kurlardan bahsedip, aşklarımızın da dostluklarımızın da başına ‘imkânsızlık’ vurgusu eklemiyorum bile.)

Çok bilmiş biri, ‘benim evim, bedenim’ diyordu. Biz gidenlerin çoğu kabul edecektir evlerinin bedenleri olmadığını. Ama coğrafyalar da değil belki. Benim aklıma izdüşümü, ‘dostluklar’ oldu en çok.

Geldiğimin ikinci haftasında, ‘yeni bir diziye başlıyayım’ diye Netflix’i açtığımda karşıma How I Met Your Mother (HIMYM) çıkıverdi. O andan itibaren bilgisayar ekranım beni ‘dostlar uzakta kalmaya görsün’ gibi bir ruh haline soktu. Balıklama atladım Ted, Barney, Marshall, Lily ve Robin’in oldukça tanıdık hikayesine. Herhalde bir bütünü kendi en yakın arkadaş çevremle olmak üzere, üç defa baştan sona izlemiştim zaten diziyi.

Elbette dizinin önümüze çıkardığı karakterler televizyon için yaratılmış, ‘reyting kaygısı’ kokan kişiler. Ama karikatür gibi de gözükmüyorlar bana. Hatta hemen her arkadaş grubunun birbirine benzediğine ikna olduğum noktalar bile yaratıyorlar. Örneğin iki yakın arkadaşın ‘bar açma fikri’, HIMYM’dan sonra hayatımıza girmemiştir sanırım. Belki de her ergenlikten henüz çıkamamış erkeklerin en yaygın ‘süper fikri’dir bu. Adını ‘Puzzles’ koymak da daha iyi kılmıyor bu hayali. (Kerem’im, bizimki tutar, meraklanma.)

Ya da o küçük grubun çapkın ve sapık bir elemanı, her daim etrafta dolanıp ‘Abi şu kız bomba değil mi ya’ gibi laflar ediyordur. Ama içten içe iyidir o. İğrenç olduğu kadar saftır, tatlıdır; en çok ona güvenirsiniz. (Kaan’cım, n’aber?)

İçimizdeki o umarsız romantikten, umutsuz aşıktan, kendi düğününü hayal eden kişilikten bahsetmeyeceğim bile. Herkes biliyor, herkesin içinde bir parça Ted olduğunu. Marshall ve Lily de yoktur belki pek. Varsa, herkesin olmak için can attığı ama aynı zamanda da olmaktan ölümüne korktuğu ikilidir onlar. Şampanya açamayan birini de tanıyorum mesela. (Sensiz bir yılbaşı geçireceğimi düşünüp seviniyorum Ali Onur.) Herkesin akıl danışıp iğrenç ama gerekli bir dürüstlükle karşılaştığı bir kız da girmiştir hayatımıza. Onu sevmek de tam Marshall’lık iştir gerçekten. (Serra’cım, selam.)

Biliyorum dokuz sezon boyunca pek değişmeyen, sürekliliği sağlanmış karakterlerin aslında hiçbir zaman tek bir kişiye denk düşmediğini yaşadığımız hayatlarda. Dizinin sezon sayısı arttıkça dar bir alana sıkışıp kaldığının, yeni esprilerin orijinalliği koruyamadıklarının, her şeyin gittikçe Barney üzerinden dönmeye başladığının, finalinin ne kadar kötü olduğunun vs de daha iyi farkına varıyorum bugün izleyince.

Ama zamanın getirdiği olgun-izleyici olma hali, yine de bilgisayar ekranımdan odaya yayılan ‘ev’ kokusunu seyreltmiyor; eve yakın o barda sabit bir yeri olan dostlukları hatırlatıyor daha çok. İnsan, henüz evi bellemediği bir yerdeyken, o kokuyu da seve seve kabul ediyor elbette; her ne kadar geçip gideceğini, dokuz sezonun ardında yeni bir  yalnızlık bırakacağını bilse de…

Kontrolden çıkan partiler, saçma sapan uyanılan sabahlar, birbiriyle saatlerce dalga geçmeler, canı yanmışa moral vermeler, Star Wars geek’liği ve benzerleri hep tanıdık; bir gün bar açma fikirlerini, aşk ile gündelik ilişkiler arasında gidip gelmeleri falan da yakından biliyorum. Ev, biraz da o duyguların dolaşıma girdiği küçük kara parçası anlamına geliyordur belki de. WhatsApp grupları da bir yere kadar, değil mi ama?

Hornby’ye geri dönecek olursak: Rob, hayatının tek ‘iyi yanı’ olan Laura tarafından terk edilince kendini ‘kaybetmiş bir adam’ olarak bulur aynanın karşısında. Aslında çözüm aradığı ilişkilerdeki beceriksizliği değil, bu kaybetmişlik hissidir. Eski bir aşk acısı yüzünden üniversiteyi bitirememiş, hayatındaki tek tutku olan müziğe yönelmiştir. Ama sahnede değil, plak dükkanında çalışmaktadır. Londra’nın ücrasında kendine bir mağaza açabilmiştir ama iki ‘garip’ arkadaşı (ki çalışanlarıdır onlar) dışında pek gelip giden yoktur dükkâna. Doğru düzgün para kazanamamıştır, kendine iyi bir ev alamamıştır. Ve kırklarına dayanmıştır.

Açıkça söylemek gerekir ki biz uzaklara savrulanların ruh hali, Rob ile bir değildir. Rob’un duygu dünyasında ‘hüzün’ vardır; bizdeyse ‘öfke’. Rob, ‘yeniden başlamak’ gibi bir şans göremez hayatında; biz ‘geri dönmeyi’ hayal edemiyoruz çoğunlukla, ne yazık ki. Bizim hayallerimiz hâlâ var; Rob ise koca bir sıkışmışlık içerisindedir. Önemli bir benzerlik var sadece: Çoğumuz, Rob gibi, büyük hayal kırıklıkları taşıdık savrulduğumuz kentlere. Oysa, biz böyle olsun istemezdik. ‘Geniş zamanlar umardık’ şairlerden; elimizde olsa, ‘sevgileri yarınlara bırakmazdık’.

NOT: Hiçbir HIMYM karakteriyle özdeşlik kuramadığım Ali, ne kadar ana akım dışı bir karaktermişsin be kardeşim!

 

DERİN KOÇER - Londra



YORUMLAR




DİĞER HABERLER