Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Benim filmlerim, benim yorumlarım

Başka Sinema Ayvalık Film Festivali’nin gıybetlerini, dedikodularını, yemeklerini, kokteyllerini ve gerçek bir attention whore olarak gerçekleştirdiğim tüm satır arası rezaletleri bir önceki yazıda kustum. Şimdi sıra izlediğim filmlere geldi.

Bir kere gerçek bir festival takipçisi olma deneyimini hayatımda ilk kez Ayvalık’ta yaşadığımı söyleyebilirim. Şöyle ki ben İstanbul Film Festivali’ni de her sene akredite bir basın mensubu olarak takip ediyorum. Siz bilmezsiniz diye söylüyorum akredite basın kartı tüm kapıları açan bir sihirli kart gibi. Hani gecenin bir vakti kapıda kalırsınız da çilingir gelir çıkırt diye bir kartla açar ve kapıyı kilitleyen şey aslında araya sıkışan 100 TL’dir ya. İşte öyle bir kart... Tüm programı bedava izlemenize yarıyor.

Ben İstanbul’da festivalde her sene film izlemeye heyecanla başlıyorum, sonra bir kaç kötü şey izledikten sonra motivasyonum acayip düşüyor, sonra programın derinliklerinde kayboluyorum, sonra hangi semtte hangi salonda izleyeceğim konusunda kafam acayip karışıyor, çözümünü bir türlü bulamadığım ve çözmek için olmayan paralarımı terapiye gömdüğüm erteleme hastalığım anında nüksediyor ve sonra bir bakıyorum ki o kartla o zamana kadar sadece maksimum dokuz film falan izlemiş oluyorum ve İstanbul Film Festivali’nden bir kere daha yenik ayrılıyorum.

Ayvalık’ta ise programda izlemek istediğim her şeyi takip etmeyi hayatımda ilk kez başardım (Terapiler çalıştı). Tüm sinemalar birbirine acayip yakındı, film aralarındaki yarım saatlik boşluklar sürtmek için epey az fırsat tanıyordu, yapacak daha eğlenceli bir şey yoktu ve artık Bodrum’da yaşadığım için gösterilen çoğu filmi ilerleyen tarihlerde korsanından izlemekten başka seçeneğim olmayacaktı. O yüzden kendi rekorumu kırıp üst üste üç film izledim. Kırmak istediğim bir sonraki rekor ise üst üste dört film izleyebilmek ama şu an için epey erken bir istek bence. Çünkü üç filmden sonra bile güzel kıvırcık buklelerle süslü kafam iyice karışıyor.

Size küçük bir film seçkisi yaptım. Ama önceden şunu söylemeliyim ki bunlar benim beğenilerim, benim yorumlarım, benim filmlerim... Bunu belirtiyorum çünkü bu konuda da yani film kritiği konusunda da Ayvalık’tan sonra kafam biraz karışık. Çünkü benim eleştiri anlayışım tamamen kişisel beğenilerim üstüne kurulu ve griye çok az alan tanıyan, daha çok siyah beyazlarda gezinen bir ton. Gerçek film eleştirmenleri gibi ortada bir yerden konuşamıyorum. Mesela dikkat ettim eleştirmenlerin yapımcı ve yönetmenlere karşı en sık kullandığı cümle “Emeğinize sağlık, çok emek verilmiş” oluyor. Ben bunu insanların yüzüne karşı söylemeyi manasız buluyorum. (Manasız çünkü tabii ki çok emek vermişler. Emek olmadan yemek olmuyor. Sonuçta o bizim karşımıza getirilmiş bir film ve elbette içinde büyük emek olacak. Mal mıyız ya? )

O yüzden bu kritikleri yaparken biraz aptalca şeyler söyleyebilirim, belki cahilce yorumlardır bunlar ama dediğim gibi sadece şahsi fikirlerim hepsi. Beni okuyun, isterseniz dikkate alın ama yine de filmleri kendi beğenilerinize göre takip edin. Bu filmlerin çoğu bildiğim kadarıyla sezonda Başka Sinema programında gösterilecek.

 

 

 

Cold War / Soğuk Savaş

Yönetmen: Pawel Pawlikowski

En beğendiğim filmle başlamak istiyorum. İda’nın yönetmeni Pawel Pawlikowski’nin son filmi ki Cannes’da kendisine en iyi yönetmen ödülü kazandırdı. Soğuk savaş döneminde başlayan, uzun yıllara yayılan ve pek çok ülkeye uğrayan siyah beyaz bir aşk hikayesi. Neredeyse müzikal diyebilirim çünkü baş karakterlerden adam halk ezgileri toplayan bir müzisyen, kız ise onun keşfettiği ve konservatuara aldığı öğrencisi. Kadın oyuncu Joanna Kulig inanılmaz bir şey yapıyor. Şarkı söylüyor, dans ediyor ve bir karakterin 16’sından 45’ine kadar olan tüm yıllarını kendisi oynuyor. Müthiş bir prodüksiyon, ses tasarımı, görsellik... 1940’lı yılların halk ezgili Polonya’sında başlayan hikaye 60’ların Parisi’ne geçtiğinde müzikler caza dönüyor. Ve Bohem Paris’in kulüplerinde, barlarında hayatta kalmaya çalışan iki göçmen aşık. Sonunu bir tık arabesk buldum ama sonra üstüne düşündüğümde son bir replikle konuyu bambaşka bitirdiklerini hissettim. Çok etkileyici bir film Cold War. Sakın kaçırmayın.



The War / Savaşta

Yönetmen: Stéphane Brizé

Üzerinde epey düşündükten sonra ikinci en beğendiğim film buydu. Bir belgesel gibi. Çok uluslu bir şirketin çalışanları ücret kesintilerini kabul etmeyip greve gidiyor. Uzun sahneler boyunca bir grev masasında konuşulan her şeyi sıfır yorum katılmış olarak izliyorsunuz. Grevciler, grev kıranlar, CEO, şirketin esas patronu, avukatlar, sendikacılar, medya, hükümet... Bir grevin tüm taraflarını masada, sahada, protestoda, televizyonda görüyorsunuz. Her şey belgesel gibi, sonra jenerik aktığında ise şok. Çünkü aslında herkes cast, bu bir belgesel değil senaryolu bir film. Çok etkileyici. Bence teknik olarak kusursuz. Ve böyle belgesel gibi bir filmin müthiş etkileyici bir finali var. Kurgu fikrin müdahale ettiği tek an. Üzücü bir şey söyleyeyim daha sonra filmin dağıtımcısı olan şirketle konuştuğumda onlar da çok beğendikleri halde filmin gösterime girmeyeceğini söylediler. Çünkü çok az izleyicisi olacağını düşünüyorlar. Bence yılmayın. Bir şekilde izlemeye çalışın.



The Favorite / Sarayın Gözdesi

Yönetmen: Yorgos Lanthimos

Ben bir Lanthimos hayranı değilim. Diğer filmlerinin hepsini kusunç buluyorum. Ama sanırım aralarında en sevdiğim The Favorite oldu. Lanthimos’dan bağımsız, bir film olarak da beğendim. Ki poyrazı böğrüme kürekle yediğim açılış gecesinde açık havada, meraktan bırakamadığım için sonuna kadar izledim. Lanthimos’un Hollywood’la buluşması iyi olmuş, bence layığını bulmuş. Balık gözü lensli sahneleri, hiç ışık kullanmadan çektiği iddia edilen saray sahneleri (ben buna pek inanmıyorum), müthiş sahne ve set dekorlarıyla denediği her şey de kendini bir şekilde seyrettiriyor. Bunun ötesinde hiçbir şeyi tutmasa bile üç kadın oyuncunun (Emma Stone, Rachel Weisz ve harikulade Olivia Colman) birbirlerini yemek ve parçalamak üstüne kurulu performansları için bile izlenir.



Gulyabani

Yönetmen: Gürcan Keltek

Ya açıkçası hiç beğenmem diye başlayıp çok beğenerek bitirdiğim ve neden beğendiğimi de bir türlü anlayamadığım ve aslında tam olarak da bunun için yapıldığını düşündüğüm bir film. Bir tür art house yarı kurgu belgesel diyebiliriz. 35 dakika sürüyor. Daha önce bu tür bir şey izlemediğim için iyiydi ya da kötüydü diye nitelendiremiyorum. Atıyorum, ben bunu beğendim ama mesela Fassbinder’in böyle başka bir filmi vardır ve onu daha çok beğenmek lazımdır. Ama bittiğinde yönetmenle yapılan soru-cevap bölümüne de kaldım, çünkü merak ettim ne olduğunu. Gürcan Keltek bir dış ses eşliğinde gerçek hayatta da tanıdığı ve doğaüstü güçleri olduğuna inanılan Fethiye Sessiz’in hikayesini hayali oğluna yazdığı mektupların eşliğinde keşfe çıkıyor. Bir süre sonra da dış ses gidiyor, kurgucuyu delirttiğine emin olduğum, seslerin ve görüntülerin birbirinin içine girdiği bir art video bölümü başlıyor. Sadece ben değil tüm festival katılımcıları çok beğendi ve en çok konuşulan şeylerden biri oldu. Nerede izlersiniz bilemiyorum, bir gösterim şansı yakalayabilir mi acaba?



Three Faces / Üç Hayat

Yönetmen: Jafar Panahi

Herkes yine kendini oynuyor ve Panahi bu sefer İran’ın bir köyünde oyuncu olmak isteyen bir kızın kendisine gönderdiği intihar videosunun peşine İran’lı ünlü bir kadın aktörle (Behnaz Jafari) beraber düşüyor. Biraz kamu spotu gibiydi. Okumak isteyen kızlar, okutmayan erkekler, hamile inekler, damızlık boğalar, sigara içen sararmış dişlerle üstümüze faş edilen abartılı erkeklik... Sakın bunları yapmayın der gibiydi. Bence açıkçası too much İran köyü. Cannes’da en iyi senaryo almış, ne alaka diye düşünmedim değil. Herhalde Panahi’nin film çekme çabasına verilen bir ödül bu.



The House that Jack Built / Jack’in Yaptığı Ev

Yönetmen: Lars Von Trier

Allah Lars Von Trier’nin belasını versin. Artık bayağı bokuyla kavga ediyor. Kendi kendine hesaplaşmalar, karakterleri bitmek tükenmek bilmeyen sanat ve toplum tartışmasına sokmalar, sanat tartışılan yerlere araya Dogville’den, Melankoli’den parça atmalar, meme kesme düzeyinde nedensiz kadın düşmanlığı, bilerek ve kasten sırf izleyiciyi gıcık etmek için yapılan tüm bu şeylerin toplamının iki buçuk saat olması ve nefret, nefret, nefret! Filmin daha ortasında bir daha asla Lars Von Trier izlemem dedim. Ama film bitti ve final şarkısı çaldı ve artık seyirciyle dalga geçmenin son noktasıydı bu. Kendimi tutamayıp kahkaha attım. Jack’in Yaptığı Ev filminin kapanış şarkısı Hit the Road Jack ya, inanabiliyor musunuz? Çok komik bence. Cidden. Tek bir şey yapmış geri kalan her şey berbat ama o tek şey bence bayağı, Louis CK kadar komik. Belki bir kere daha Lars Von Trier izleyebilirim.



Burning/Şüphe

Yönetmen: Chang-Dong Lee

Festivale gitmekteki tek amacım bunu izlemekti diyebilirim. Hani tek bir şansım olsaydı bunu izlerdim ve eğer öyle yapmış olsaydım şu an çok sinirlenmiştim. Murakami’nin bir hikayesinden uyarlanan film çok iyi başladı, harika bir atmosfer var, çok iyi devam etti ama bir yarısından sonra uyudum. Çünkü çok uzun. Herkes bayılıyor Burning’e ama bende çalışmadı. Belki de bir filmi yok eden en büyük unsur olan ‘beklenti çıtasını çok yüksek tutmak’ yüzünden olmamıştır. Bilemiyorum, gıcık oldum biraz.



Anons

Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun

Bu da beklenti çıtasına takılan filmlerden biri oldu. Bir kere şunu söyleyeyim ben Mahmut Fazıl’ı bayağı beğeniyorum. Erkek olarak değil, yönetmen olarak. Özellikle Yozgat Blues bayağı favorilerim arasında. Anons’un fragmanı da, fragman yapma özürlü Türk sinemacılığı içinde beklentimi epey yukarı çıkardı. Ama yani keşke her şey sadece fragmanda gösterilen kadar olmasaymış. Bence Mahmut Fazıl’ın harika bir dünyası var ve benim ilgimi çeken de o naiflik galiba. Anons’ta bir şekilde film noir’a özenme var ama film bir türlü noir olmuyor. Hele İstanbul radyosuna ulaşmaya çalışılan ilk on dakikalık bölüm beni iyice şişirdi. ‘Ay radyoya gelseler de film başlasa’ oldum. Geldiler ve film yine başlayamadı. Bilemiyorum noir izlemek istesem Cohen’lere giderim, niye sana geleyim. Bir de hiç kadın oyuncu olmayan, kadınları sadece üç dakika gördüğümüz film bir süre sonra sosis partisine dönüyor. Bir sonrakini bekliyorum.



Sibel

Yönetmenler: Çağla Zencirci, Guillaume Giovanetti

Çok büyük ıskalamış. BBC’nin Türkiye’den vermeyi en sevdiği haberlerden olan Karadeniz’de ıslıklarla konuşulan dağ köyünde yabani kız bir asker kaçağına aşık olur. Yani zaten yüzde 80’i ıslıkla geçen filmde kalan yüzde 20’lik bölümde de diyalog yazamamışlar. “Neee? Sen dağlarda eşkıyalarla mı geziyorsun. Al sana o zaman kötü kız. Al sana. Al sana...” diye gerçekleşen köylü diyalogları var. Sibel’i oynayan Damla Sönmez yine her zaman olduğu gibi rolüne çok inanmış ve elinden geleni yapıyor. Ama kötü senaryo, kötü yönetmenle birleşince o da daldan dala atlayan ıslık çalan kız oluyor sadece. Tüm filmi sadece ıslığa yaslamak yerine keşke o kadın mitolojilerine baksalarmış biraz. Me don’t likey.



Müze / Museum

Yönetmen: Alonso Ruizpalacios

Nasıl Three Faces’in Cannes’da en iyi senaryoyu aldığını anlamadıysam bunun da Berlin’den aldığı senaryo ödülünü anlamadım. Gael Garcia Bernal yine bir başka filmde Gael Garcia Bernal’i oynuyor. Gerçek bir hikaye olması ve soygun sahnelerinin gerçekten Meksika Ulusal Antropoloji Müzesi’nde çekilmiş olması güzel. Geriye de babasına bu sefer bir soygunla isyan eden ergen oğlanlar kalıyor.



Hitler’s Hollywood / Hitler’in Hollywood’u

Yönetmen: Rüdiger Süchsland

Entel görünmek için izledim ve beğendim aslında. Nazi Almanyası’nda Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’in hayal ettiği Nazi Hollywoodu’na o dönem çekilen filmler üzerinden bakıyor. Sansür, propaganda, gıybet ve adilik dolu, çok büyük para harcanmış filmler bunlar. Bizim dönemle bir benzerliği var mı diye izledim bence yok. Çünkü Nazi Almanyası’nda filmlere propaganda için epey önem veriliyor. Bizde o sektörün yerini inşaat almış. Yani pek benzerlik yok gibi. İlginçti.

 

YİĞİT KARAAHMET



YORUMLAR




DİĞER HABERLER