Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
2020’nin en iyi dizileri

Yılbaşı gelmeden bir “yılın en iyi dizileri” listesi yapayım demiştim ama sonra fikrimi değiştirdim. Çünkü sizi bilmem, ama bu sene öyle her sene olduğu gibi, herrrr şeyi izleyemedim ben. Kafam almadı, bazen de içim. Büyük ümitlerle başladığım işleri yarım bıraktım, bayılacağımı düşündüğüm işlere hiç bayılmadım, bazılarını dakikasında kapadım, bazılarına hiç başlayamadım. Normal şartlar altında televizyon izlerken şiar edindiğim “ne kadar garip o kadar iyi” mottosu da tutmadı bu sene. Daha lineer ilerleyen, daha beyin hücresi yemeyen, daha içimde kalan son ümit kırıntılarını ayaklar altında ezmeyen işleri tercih ettim. Saatlerim mesela Friends izleyerek geçti, belki bir milyon beş yüzüncü kez. Parks and Recreation, The Office, Seinfeld, Becker…Dudu battaniyeler gibi sarıp sarmaladılar beni ezbere bildiğim replikleri, sonunda asla kötü bir şey olmayacağını bildiğim yirmi iki dakikalık hayatın kötülüklerine teneffüsleriyle. Ha bir de Tiktok. Dada’nın 21. yüzyıl izdüşümü videolarında, salak salak danslarında, beynimin serotonin düğmelerine basan sentetik pop şarkılarında buldum mutluluğu. Tiktok dizi mi demeyin, evet dizi☺ 

Demem o ki, bu sene bir “en iyiler” değil, “en sevdiğim diziler” listesi yaptım. Üstelik listeyi bitirdiğimde sevdiğim dizilerin hepsinin ortak bir teması olduğunu keşfettim (aman ne keşif). Okullar kitaplar, Montessoriler hocalar bir yana şu dünyadaki en iyi öğretmen televizyon, yine kendimle ilgili bir şeyler öğretti bana. Ortak tema ne mi, bence siz anlarsınız ama artık o da yazının sonunda. Önce diziler: 



I May Destroy You: 

Michaela Coel’in kendi yaşadığı tecavüzden yola çıkarak yazdığı dizi, en kısa tanımıyla televizyon için bir devrim. Bir “rıza nedir?” hikayesi olarak okunabilecek dizi Bella ve en yakın arkadaşları Terry ve Kwame‘nin duygusal ve cinsel hayatlarını,  kendilerine bir kariyer ve hayat kurma çabalarını, uyanış ve mücadelelerini Londra’nın en canlı ve en 2020 sokaklarında anlatıyor. Coel’in canlandırdığı Bella’ya bir akşam arkadaşlarıyla gittiği bir barda bir erkek tecavüz eder. Terry, kendi seçimi olduğunu sandığı bir üçlü seksin diğer iki kişinin önceden kurguladığı bir plan olduğunu keşfeder. Kwame’nin iyi başlayan Grindr randevusu  bir cinsel saldırıyla biter. Tüm bunların ne kadarını birbirlerine ve kendilerine itiraf edebilecekleri, arkadaşlarına verdikleri kayıtsız şartsız desteği kendilerinden esirgeyip esirgemeyecekleri, neyin rıza neyin rıza dışı olduğu, “kurban” veya hayatta kalan olmanın bir politik güç veya platforma dönüşüp dönüşmeyeceği ve bu güçle ne yapılması gerektiği gibi zorlu soruları günümüz kodlarıyla ve seyirciye patronluk taslamadan anlatan tam anlamıyla modern bir hikaye I May Destroy You. Bu listenin de en zorlu ve tetikleyici seyirlerinden. Pandeminin başlarında yayınlanmasaydı belki ben de izleyemezdim. Ama her sahnesi o zorluğa değiyor. Özellikle televizyonda ilk kez bu kadar hayatın ortasından gösterilen regl sahneleri için bile, tüm ödülleri hak ediyor. 



Pen15: 

İlk sezonuna aşık olduğum, ikinci sezonuna nikahı basmak istediğim canım dizim. Sene 2000. Gökkuşaklı pırıltılı kalemler, ilk online chatler, ortaokul ve lisenin korkunç politik dehlizleri, anne babaların gerzeklikleri, diş telleri ve şişe çevirmeceler. Tüm bunları ve fazlasını beraber deneyimleyen iki en yakın arkadaş Maya ve Anna’nın hikayesi. Yazanlar gerçek hayatta da en yakın arkadaş olan Maya Erskine ve Anna Konkle. Diziyi hem absürt hem de büyülü yapansa 31 yaşındaki bu iki kadının dizide 13 yaşındaki ergenleri canlandırmaları, üstelik tüm diğer çocuk oyuncular gerçekten 13 yaşındayken. Kendi bedenini tanıyamama, kendi bedeninde rahat edememe, vücudunda her gün bir şeylerin değişmesi ve bunun komedisi bu absürt casting sayesinde daha da iyi geçiyor seyirciye. Dizinin en büyük başarısıysa ergenliği hep oğlan çocukları üzerinden anlatan hikayelerin aksine, kız çocuklarının da cinsel bir dünyaları ve hayatları olduğunu ve bunun da komedisinin yapılabileceğini hatırlatması. 



Normal People: 

Yayınlandığı dönemde yer gök Normal People olduğu için pek detaya girmeye gerek yok sanki. Uyarlandığı materyalin hissine hem bu kadar sadık hem de materyali yükselten; ilk aşkın ruhu ve bedeni ele geçirme ve mahremiyet hissini bu kadar iyi verebilen bir dizi ve hayalimizde yaşayan roman kahramanlarını bu kadar birebir hayata geçirebilen bir cast çok nadirdir. Ayrıca Colin’in zinciri. 



We Are Who We Are: 

Call Me By Your Name ile neredeyse bir yarı-tanrı statüsüne ulaşan Luca Guadagnino ‘nun televizyona yaptığı ilk iş. 2016’da İtalya’daki bir Amerikan askeri üssünde geçen hikaye  yeni atanan komutan Sarah (Chloë Sevigny), karısı Maggie (Alice Braga) ve 14 yaşındaki oğulları Fraser (Jack Dylan Grazer) ile başlıyor. Biz de neredeyse an be an Fraser ile birlikte tanıyoruz üsteki diğer çocukları ve ailelerini. Olay kurgusundan ziyade bir atmosfer, his ve görsel dünya sunuyor bize Guadagnino. Uzun planlarda kahramanların davranışlarını gözlemleyebildiğimiz, sahnenin odağı kadar mesela sağ köşesinde de ne olduğuyla ilgilenebileceğiniz, kendine ve seyircisine zaman ve güven veren bir anlatı kuruyor. Zayıfladığı anlarda sizi oyundan kolayca atabilen bu anlatı, en kuvvetli olduğu anlardaysa seyirciyi evrenine hapsediyor. Sabırlı davranan seyirciyi ise muhteşem performanslar ve bir kimliğini bulma hikayesi bekliyor. Fraser; star olacağı çok belli bir Jordan Kristine Seamón tarafından canlandırılan Caitlin/Harper; ve bilmeseniz asla Martin Scorsese’nin kızı olduğunu tahmin edemeyeceğiniz kadar tatlı bir performans sahneleyen Francesca Scorsese’nin canlandırdığı Britney, bir aşk, cesaret ve özgürleşme hikayesi anlatıyor. Tüm bunlar için değilse bile dünya ahret stil ikonum Fraser’ın muhteşem kıyafetleri için izlemeye değer. 

 

The Great:   

Yorgos Lanthimos’un yönettiği The Favourite’ı sevmiş miydiniz ? Hani Olivia Colman’ın En iyi Kadın Oyuncu Oskarını aldığı film. Hah, o zaman The Great’e bayılacaksınız çünkü dizi aynı yazarın elinden çıkma (Tony McNamara) ve çok benzer bir kelime dağarcığına sahip. “Ara sıra doğru bir hikaye” diye başlayarak seyirciye göz kırpan dizi çok defalar ekranda boy göstermiş Rus İmparatoriçesi Muhteşem Catherine’ın hikayesini anlatıyor. Catherine (Elle Fanning) 19 yaşında İmparator Peter (Nicholas Hault) ile evleniyor ve vaziyeti hızlıca bir gözden geçirdikten sonra kocasının bir geri zekâlı olduğunu anlayıp ülkenin başına geçmeye karar veriyor. Dizi 18. yüzyıl şaşaasını günümüz dili ve feminizmiyle birleştirip çok eğlenceli bir kadın gücü hikayesi sunuyor. Üstelik bunu yaparken senenin en iddialı ve pragmatik feminist dizisi Mrs America’dan da çok daha iyi bir iş çıkarıyor. 

 

Raised by the Wolves

Yedekler: 

Bu sene son sezonları yayınlanan Bojack Horseman ve The Good Place, en karanlık gibi duran hikayenin umutla bitebileceğini, en minnoş gibi duran hikayenin ise en karanlık konuları işleyebileceğini gösterdikleri için. The Insecure, dört yıldır her sezonu bir diğerinden daha iyi ilerleyip hiç sarkmadan bir çemberi tamamladığı için. Ve bu senenin en hırslı dizisi Raised by the Wolves, Adem ile Havva’dan veganizme, Hristiyanlığın başlangıcından androidlere, varoluştan evrenin bitimine en büyük konuları sırtlanmaktan hiç çekinmeyip gündelik dertlerimizi unutturduğu için. 

Ha, hala temayı soranlar varsa (ki bence yoktur), tüm bu diziler birer büyüme ve özgürleşme hikayesi anlatıyor aslında. Ne istediğini keşfeden bir ortaokul öğrencisi veya gücünü keşfeden bir Rus İmparatoriçesi. İlk aşkını ardında bırakan bir kadın veya eski kendini arkada bırakan bir çocuk. Sınırlarını çizen bir Bella veya kendi kendini hapsettiği sınırların ötesine geçen bir Maya. Dünyanın bu en berbat senelerinden birinde, benim almam gereken ders de buymuş demek ki. Büyümek ve mümkünse özgürleşmek. 

Peki sizin sevdiğiniz diziler size ne söylüyor ? Hiç düşündünüz mü? 

 

BİNNAZ SAKTANBER



YORUMLAR




DİĞER HABERLER