Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
2018’in En İyi Filmleri

Eskiden çok hoşuma giderdi. Eskiden dediğim bundan 15 yıl önce filan. Aralık ayının bitimine yakın uluslararası eleştirmenler yılın en iyi filmlerini paylaşırlar, ben de izlemediklerimi kafamda not ederdim. Kriterler belliydi zahir. Üstüne pek yorum yapmaya gerek yoktu. Rahmetli Roger Ebert o yıl ABD’de vizyona girmiş en iyi filmler arasından seçerdi listesini, Cahiers du Cinéma Fransa’da sinemada oynamış olanları kullanırdı (içine de her yıl olduğu gibi saçma sapan bir film koymayı ihmal etmezdi), vb.

İyi de artık her şey birbirine girdi. Vizyon tarihleri bile tam olarak belli değil filmlerin (aşağıdaki listede bulunan bir film 2017 mi, 2018 mi tartışabilirsiniz – beni biraz olsun enterese etmez ama tartışabilirsiniz). Neyin film, neyin başka bir görsel anlatı şekli olduğu da çok konuşuluyor. Sonra Netflix ve Amazon gibi şirketler işi iyice bulandırdı. Sağolsunlar, 10 yıl önceye nazaran sadece ABD’de bu yıl üç katı film girdi vizyona. Bu benim bir önyargım belki – aslında önyargı demek de yine kendime haksızlık. Şahsen ilk gösterimi televizyonda olan filmleri ben feci ucuz buluyorum. Herhalde doğrudan DVD’ye giden devam filmleri veya 80-90’ların televizyon filmlerini hatırlıyorum. Fakat aynı zamanda sinemaya gitmek de ömür törpüsü, sonu gelmeyen reklamlar, umuma açık yerlerde nasıl davranılması gerektiğinden bihaber hödükler, kötü ötesi salonlar, vb. Yani sinemanın anlam ve niteliği açısından sancılı bir dönemdeyiz.

Bir de zaman geçtikçe insanın ister istemez gözü açılıyor. Yaşanan tecrübelerin sonu bila istisna lüzumsuzluğun idrakı (hoşgeldin Peyami Safa). Yani geçen yıl hangi eleştirmen en iyi filmler listesinin üçüncü sırasına hangi filmi koydu, hatırlıyor musunuz? Laf olsun diye yapılıyor bu listeler. İlgi çeksin diye arada sol köşeye yatıran filmleri filan koymazsanız kimsenin umurunda değil—zaten olmamalı da. Ama illa yılın en iyi filmleri listesi diye ısrar ediyorsanız, bu benim listem. Benzer bir sürü liste var ama bu benimki.

 

10. The Rider

Chloe Zhao’nun belgesel ve kurmacayı pek çok seviyede harmanladığı filmi, bir rodeocunun hayatını zindana çeviren kaza sonrası kişiliğini yeniden inşa etmesini anlatıyor. Başroldeki Brady Jandreau’nun gerçekten başından geçmiş bu trajedi; filmdeki pek çok diğer oyuncu da kendilerini (veya en azından kendilerinin kurmaca versiyonlarını) oynuyor. Sadece formel bir egzersiz olmaktan çıkıyor film, Amerikan ruhunu ve erkek olmanın anlamını da sorguluyor. Böyle bir filmi Çin doğumlu bir kadının çekmesi daha da etkileyici.

 

 

9. Madeline's Madeline

Psikolojik sorunlar ve sanat için bunların istismar edilmesi, üstüne de bunun matah bir şey gibi sunulması tabii ki rahatsız edici bir şey. Hatta gerçekle kurmacanın arasındaki keskin sınırı muğlak gibi göstermek de (ki bir önce bahsi geçen film bunu yapmıyor, hakkını teslim etmek lazım) 90’lardan gelen postmodern akımın son yıllarda hayat bulduğu üstmetinselliğin en ucuz tezahürü. Annesiyle muazzam sorunları olan zihinsel özürlü bir kızın, deneyimlerini üyesi olduğu tiyatro grubunun performanslarına entegre etmeye zorlanmasını anlatan Madeline’s Madeline (yön. Josephine Decker) aslında böyle bir film. Buna rağmen merkezinde o kadar muazzam bir oyunculuk var ki (Helena Howard, şaheser) ve Miranda July da o oyunculuğu öyle destekliyor ki film, yılın en iyilerinden oluyor. Sanatın gerçekleşmesiyle ilgili, Amerikan sinemasında sık görülmeyecek deneysellikte bir film bu.

 

 

8. Can You Ever Forgive Me?

Richard E. Grant’ın ölümsüz karakteri Withnail’ın alternatif bir evrendeki halini izler gibi izledim bu filmi. New York’ta yatmadığı kalmamış müptezel bir üçkağıtçının içki ve kokain dolu bir geceden uyandığında kafası çatlarken ve bir saniyelik de olsa yanında uyuyan çıtıra “ne düşürdüm ama” diye bakması yılın mükemmel anlarındandı. Nicole Holofcener’ın filmi tabii ki bununla ilgili değil ama herhangi bir filmin neyle alakalı olduğundan çok bana neyi hissettirdiği önemli. Gerçek bir hikayeden uyarlanan ve başrolünde Melissa McCarthy’nin oynadığı film, düzenbazlık ve edebi üçkağıtçılıktan çok mutlulukla ilgili. Ayrıca New York’u da çok iyi kullanıyor. Zabar’s’ın bagetleri üstüne Woody Allen bile sahne yapmadı.

 

 

7. Burning

Yıllardır görüşmeyen iki ilkokul arkadaşı kazara karşılaşır. Yazar olan erkek bir baltaya sap olamamıştır. Kızsa hem geçen yıllar hem de estetik cerrahi sonrası neredeyse farklı bir insana dönüşmüştür. Arkadaşlıkları yeniden başlarken kız, Afrika’ya gideceğini söyler ve oğlandan kedisine bakmasını rica eder. Fakat evde kedi medi yoktur. Kız geri geldiğinde yanında zengin ve garip bir hobiye sahip başka birini getirir. Haruki Murakami’nin (bilmediğim) bir kısa öyküsünden uyarlanan Lee Chang-dong imzalı bu gerilim, yılın en iyi gerilimiydi. Ne olup bittiğini anlamadım, anlamak için çaba da sarf etmedim ama sonuna kadar kasılarak seyrettim.

 

 

6. Zama

Lucrecia Martel’in filmi, sömürgecilik ve dönem filmi gibi kalıplaşmış iki kavrama çok farklı bir perspektiften bakıyor: ikisinin de sıkıcı ötesi olduğuna kanaat getirmiş, bu inancına da sıkı sıkıya bağlı. Güney Amerika Marksizmine gönderme yapmaktan çok varoluşçu bir yapım bu: nerede olursak olalım, geçmeyen zaman ve bilmediğimiz bir yerden gelmesini dilediğimiz beklentilerin peşinde koşarak yaşıyoruz. Sonra da ölüm geliyor.

 

 

5. Vox Lux

Poptimizm diye bir şey var, bizde pek konuşulmasa da özellikle ABD’de pop müziğin (genel anlamda değil, Sia, Taylor Swift filan) yeterince ciddiye alınmadığını temel alan üçüncü sınıf popüler kültür argümanlarından biri. Brady Corbet’in filmi yüzeyde kendini über ciddiye alır gibi görünse de hem kendisi hem pop müzik hem de çağımızla kafa buluyor. Terör, kişisel travmalar, bıçak sırtındaki yaşamlar ve tüm bunları unutmak için dinlediğimiz bir iki tane fındık kabuğunu doldurmayacak şarkı. Natalie Portman harika (bir monoloğu var ki inanılmaz).

 

 

4. You Were Never Really Here

Kendini beğenmişler için Taken. Sadece bu yüzden çok beğenmedim tabii. Charlene sahnesi de şahaneydi.

 

 

3. First Reformed

Tanrıyla doğanın Yeni Ahit’te iç içe geçmiş olmasını bir kenara bıraktım. İnancın sınanması Hristiyanlığın sadece Mesih’ine değil tüm inananlara sunduğu en büyük çilelerden biridir. Ethan Hawke’un Protestan rahibi sadece kendine değil herkese ve her şeye olan inancını yitiriyor bu filmde. Ve değişik bir dua tarzı buluyor. Tüm bunlar olurken Amerika’nın da yaşına yakın kilisesi iki yüz ellinci yaşını kutlamak üzere. Paul Schrader gibi adamları hiçbir zaman göz ardı etmemek lazım. Ne varsa eskilerde var.

 

 

2. The Other Side of the Wind

Bu son iki film de Netflix’te ama ikisini de en önce sinemada izleme fırsatı buldum. Mesela Orson Welles’in yapımı yıllar süren bu başyapıtını New York’ta kadim dostum, Filmmaker dergisinin editörü Vadim’le izledik. Bittiğinde “Biraz fazlaydı bu ya,” dedik. Yemek sonrası otele döndüm ve filmi bir kere daha izledim. Sonrakı gün IFC’ye geri döndüm, bir kez daha izledim büyük ekranda. En çok yine Welles’in diğer şaheseri Chimes at Midnight’ı hatırlattı bana. Zaten her tarafı Shakespeare kokan bir film bu. İnanılmaz bir eser. Sabah akşam izlenmeli. Sonra da Netflix’te hakkındaki iki belgeseli seyredin.

 

 

1. The Ballad of Buster Scruggs

Coen Kardeşlerin tüm kariyerleri boyunca kafa yordukları hayatın anlamsızlığı üzerine altı küçük hikaye. Farklı türlerde olsa da aralarında çok bariz bir bağ var. Hayat anlamsız. Hayat adaletsiz. Hayat zalim. Ama en azından alternatifinden daha iyi. Arada da hiç beklenmedik güzellikler sunabiliyor. Sadece yılın en iyi filmi değil, Coen Kardeşlerin en iyi filmi bile olabilir. Bir aydan az süre içinde beş kere izledim. Onuncu izleyişimde (yani iki gün sonra) sorun, daha kesin bir cevap verebilirim.



ALİ ARIKAN



YORUMLAR




DİĞER HABERLER