Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZETLİYORUM
Sen Tanrı mısın beni öldürdün?
Sezon: 1 Bölüm: 3

Azra- Kerem ilişkisi çıkmaza giriyor. Buradan çıkış yok!

(Krzysztof Kieślowski’nin Dekalog 2 filmini izlemeyenler için spoiler içerir.)

Şunu baştan kabul etmek gerekir ki; A.Ş.K hakkında ne yazarsak yazalım dizinin senaristlerini, dramayı arttırmak uğruna kanserin ne baş belası bir hastalık olduğunu anlatmaktaki ısrarından vazgeçiremeyeceğiz. Zira saçayağı bile değil, yalnız başına dikilen bir sütunun üzerinde sallanan anlatı; tamamen Şebnem’in ne zaman öleceği, önünde ne kadar zaman kaldığı ve bu bölümde olduğu gibi Azra ile Kerem’in iyiden iyiye aklına düşen “Ya ölmezse?” sorusuna kilitli. Bir önceki yazıda da vurguladığımız gibi kanserin ölüme eşitlenmesi ve bunun dizinin bütün dinamiklerini etkileyen temel motif olması başlı başına sorunlu ve bu konudaki eleştirim tüm A.Ş.K yazıları için baki kalacak.

Üçüncü bölüm Azra ve Kerem çiftinin nasıl riskli ve sonu belli olmayan bir işe soyunduklarını haberdar eden yağmurlu ve fırtınalı bir havada başlar. Dizinin ilk bölümünden itibaren aşina olduğumuz Azra’nın dış sesi; bize şans, ölüm ve hayat hakkında aforizmalarla dolu bir başlangıç sunar. Aslında buna pek de gerek yoktur; çünkü çaresizce imzaladıkları senetleri mafyaya ödemenin yolu olarak sevgilisini zengin kızla evlendirme fikrinin sahibi Azra, atılacak her adımı önceden düşünmüştür. İçinde kuşkuya yer vermez, onun kafasında bir sonraki adım hesaplanmıştır, kendine ve “planına” güvenir. Sabah sevgilisinin yanından kalkıp kanser hakkında EN doğru, EN kesin, EN tıbbi bilgiyi edineceğiniz internet forumlarını takip edecek kadar kafayı takmıştır kendi yarattığı oyuna.

BARDAKTAN ÇIKMAYI BAŞARAN SİNEK
Haşa, sana sinek demiyoruz Şebnem; fakat Azra’nın oynadığı bu tanrıcılık oyunu ve yarattığı bu mükemmel planla Kieslowki’nin Dekalog 2 filmindeki doktora benzeyen bir yan var. Hemen kısaca anlatalım: Filmde kocası “ölüm döşeğinde” olan ve bir başkasından hamile kalan bir kadının, doğacak bebeği üzerine doktoruyla yaptığı gelgitlerle dolu konuşmaları izleriz. Dorota, kocasının yaşama şansı varsa bebeğini aldıracaktır, yoksa bebeğini doğurup diğer aşık olduğu adamla bir hayat kuracaktır. Doktor kesin bir şey söylemekten başta imtina etse de kadının bebeği aldırabileceğini duyunca tutumunu değiştirir ve olasılıklarla konuşmaktan vazgeçer. (Bizim dizideki doktorumuz “psiklojik destek” zırvalıkları attırsa da en azından olasılıklarla konuşuyor, fakat Azra’nın internet forumundaki bilgilere dayanarak oluşturduğu öngörüsüne göre “en fazla 5 ay!”).

Filmdeki doktorumuz, bir bebeğin doğması için, başka birinin ölümünü kafasında kesinleştirir. Kocanın iyileşebilme ihtimalini aklından siler, hata payı bırakmaz, Dorota’ya kocasının öleceğini söylerken netliğinden ve soğukkanlılığından taviz vermez. Ve fakat doktorun planlarına uymaz sonradan yaşananlar ve verilen kararların sonuçlarının ne kadar katlanılmaz olduğu hakkında pek de iç açıcı bir hikayeye sahip değilizdir artık. Dorota’nın kocasıyla, aşığıyla ve de bebeğiyle olan ilişkisi doktorunun da yardımıyla bir yalan üzerine kurulmuştur artık. Azra’ya, o her şeyi ince ince hesap ettiğini düşünen ihtiras kumkumasına, filmdeki hastalıktan kalkmış kocanın umutla ve mutlulukla “bebeğinden” bahsettiği sahneyi göstersek belki her şeyi bilirim havalarından vazgeçer. (Belki Kerem’e iyi davranmaya falan başlar. Bknz. notlar bölümü)

Öte yandan, Şebnem’in hastalığını herkesten saklamak istemesi, tedaviyi reddetmesi, annesinin hastalığın nüksettiğini öğrenip Şebnem’e belli etmeden onu tedaviye ikna etmesi --ki dizide tedavinin bir seçenek olarak konuşulması her şeye rağmen takdire değer--gibi anlatım hatları bir yana Azra ve Kerem’in ‘seçimi’ (aynı zamanda bölüm hashtagi) hala dizinin en güçlü dramatik hattını oluşturuyor. Bölümün sonlarına doğru ağırlığını daha da hissettiğimiz ve gittikçe gerilimli bir soruna dönüşen zaman ve ölüm kavramı sadece Şebnem’in değil, Azra ve Kerem’in de kaçamayacakları bir kapana dönüşür. Daha da açalım; Şebnem’in varsayımsal olarak az vakti kalmıştır, önünde kalan zamanı çok mutlu, çok aşık, çok da düşünmeden yaşamak ister. Şebnem için, “her şey hızlı gelişmek zorundadır” Kerem’e gözyaşları içinde dediği gibi. Zamana karşı direndikçe Kerem’i daha çok tanıyacak, daha çok sevecek ve hayat Şebnem için o kadar da kolay gözden çıkarılabilir olmayacaktır.

Azra ve Kerem cephesindeyse işler, Şebnem’in yakın zamanda öleceği önkabülüne bağlıdır. Oysa ne kadar zaman geçerse geçsin (bir gece, bir dolunay, bir güneşin doğuşu, bir saniye) her geçen gün Kerem ile Şebnem’in öyle ya da böyle yakınlaşması demektir. Senetlerden kurtulmak için Şebnem’in bir an önce ölmesini istemenin vicdani yükünün getirdikleri yanında (Azra’nın “Ben katil miyim?” haykırışı), sadakatle ilgili bir soru kapıda bekler: Kerem ile Şebnem’in yakınlaşmasının sınırı nedir? El ele tutuştuklarında mı Azra’nın içi yanar, bir geceyi otel odasında başbaşa geçirdiklerinde mi? Kerem’in içinde Şebnem’e karşı bir sevgi filizlenirse mi Azra için son noktadır, yoksa her şeyi birbirlerine anlattıkları bir dostluk ilişkisi kurduklarında mı? Birbirlerine dokunduklarında mı geri dönülmez, ilk kez aynı şeye güldüklerinde mi? Yakın arkadaşı Melis’e histerik kahkahalar içinde “Kerem beni aldatabilir mi?” diye cevap vermesi Azra’nın yıkılmaz görünen güveninin ilk firesi midir? Azra ve Kerem bu maceranın içinden, olabilecek en az ‘hasarla’ çıksalar bile ikisi hiçbir şey olmamış gibi davranabilir mi? Azra’nın bölüm başlarında bizi takip eden tanrısal sesi, Azra da dahil herkesi yanıltabilir mi? Ya da Dekalog’a ve bu soruların bizi götürdüğü asıl soruya dönersek: Tanrı gibi davranmanın bedeli nedir?
Notlar:
*Şarkının tam dediği gibi “üzüm buğusu gibisin” sen Şebnem. Evet ciddi sorunlarımız var senin bebeksi halinle, ama Aslı Tandoğan’ın yüzüne bakıp dev bir gözyaşı görmeyen kaç kişiyiz?

*Dileriz bu bölümde hafiften ipuçlarını vermeye başladıkları abla-kardeş ilişkisinin erkek olmayan, delikanlı olmayan, daha gerçek olan bir yüzüyle karşılaşır, Şebnem-Can ilişkisinin izlerini daha derinden takip ederiz. Bir playboy olarak Can olabildiğince yüzeysel (karakterin yüzeyselliğinden bahsetmiyoruz), iki kardeşin geçmişi ise sanki silinmiş ve bembeyaz, mermerden bir yalıya gökten indirilmiş gibi. Nebahat Çehre’nin fotoğraf çerçevelerine dokunuşu yetmez; anılar sadece annelerin baktıkları sepya bebeklik fotoğraflarında saklı değil.

*Azra’nın ailesinin küçük, biraz muhafazakar bir muhitte olduğunu, annesinin taliplere açık, çıkarcı ve duruma göre yalan söyleyen (para saklama sahnesi), para kapısının olduğu yere çadır kuracak bir karakter olduğunu anlatmak uğruna mahalle esnafına “Başında erin yok,” gibi sözler söyletmeyin sevgili senaristler. (Kocasının olmadığını, geçim derdinin olduğunu zaten biliyoruz). Böyle sahneler gördükçe Şaşıfelek Çıkmazı’ndaki Aysel’in (Derya Alabora) alışveriş torbasını adamın kafasına geçirdiğini hayal edip “Başlarım erine,” diye esip savurduğu diyalogların özlemini çekiyoruz. Her dizide Aysel gibi şahane kadın karakterler olmayabilir; dertlenince bir kadeh içen, hüznüyle kahkahası birbirine karışan (yüksek sesle gülen!), bir evi tek başına az parayla ayakta tutmaya çalışan ve sadece ‘gönlü öyle istediği için’ mahallenin edebiyat öğretmeniyle flört eden orta yaşlı, dul kadın karakter bir Mahinur Ergun mucizesiydi zaten. Tedirgin ve korkak, “Mahalleli ne der?” bakışları, kadının koca bulma yoluyla sınıf atlama özleminin bahanesi olmasa artık... Muhafazakarlaşan televizyon dünyamız için bu diyaloğa dikkat kesilin yeter; içkinin, sigaranın çiçek açtığı sahnelere bakmaya gerek yok.

*Şebnem, eski sevgilisi Hakan’dan onu hastalığı sırasında bıraktığı için bir darbe yedi, anladık.  Peki Şebnem’in hiç mi arkadaşı yoktu, varsa da onlar da mı Hakan gibi davrandı? Şebnem’in geçmişi keşke sadece babadan kalma bir servet ve babanın ölümünden ibaret olmasa. Onu hayata bağlayan ya da tam tersi hayatla tüm bağlarını koparan arkadaşların yokluğu Şebnem’in Kerem’e delice bağlanmasına daha çok inandırmayacak bizi. Şebnem bizim için daha az, daha karikatür, daha köksüz olacak sadece.

*Acilen Kerem-Azra ikilisinin bir elektrik tutturması lazım. Biz onların aşık olduğuna inanamazsak hikayeye izleyici olarak nasıl tutunalım? Çatık kaşlardan azade, Azra’nın Kerem’le “biraz daha konuşursan patlatıcam” bakışıyla konuşmadığı sahneler lütfen.
 
YORUMLAR




BUNLAR DA VAR