Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZETLİYORUM
Ne kadar daha sıkılabilirdik?
Sezon: 1 Bölüm: 3

Bu bölüm baştan aşağı Peder Matt’in ardında dolanıyoruz, onun hikâyesini izliyoruz.

Sonunda kesin kararımı verdim: The Leftovers, kötü açılış sahnelerine mahkûm kalacak kadar büyük bir günah işlemiş olmalı. Yoksa her bölüm böylesi sahnelere maruz kalmayız, sanırım.

Kilisede başlıyor bölüm.

Peder son derece bayat bir şekilde sıkıcı bir hikâye anlatıyor. Acıklı hikâyelerin anlatılmasından çok gösterilmesinin daha makbul olduğunu düşündüğümden olsa gerek, insanın içi sıkılıyor biraz. Emily adında, dokuz gündür komada olan bir kızı anlatıp onun için dua edilmesini istiyor kilisedeki üç beş kişiye.

Sonra BİR ANDA: Bir adam dalıyor kiliseye.

Pederi tek yumrukla yere yıkıyor. Adam yere yıkılırken, hikâye de yıkılıyor. Sonra tekmeler. Kan. Şiddet. Adam yerde kıvanırken, içinde biriktirdiği sinirini kana boyayan öteki adam da çekip gidiyor geldiği gibi. Kiliseye dalıp din görevlisini dövmek, hem de böylesi bir biçimde dövmek, gerçekten kolay mı?

Demek ki kolaymış.


“Aman da aman, gizlice vaftize mi getirdi baban seni?”

Peder Matt (ismini öğreniyoruz sonunda) Kevin ile dertleşip burnunun üzerine birkaç dikiş attırdıktan sonra gidip kilisedeki halının üzerindeki kan lekelerini silmeye çabalıyor. Bu sahne öyle dokunaklı görünüyor ki gözüme, işlenen bir suçun delilerini kurbanın yok etmeye çalışması gibi algılıyorum resmen.

Temizlik sürerken kiliseye biri geliyor kucağında bebeğiyle. Karısından habersiz küçük kızını vaftiz ettirmek isteyen bir baba! Buradan sonrası da iç sallayan bir duruma doğru savruluyor. Küçük kız vaftiz ediliyor, babası vaftiz karşılığında bağış yapmak istiyor, peder bağış yerine karısı ve çocuğunu Pazar ayinine gelmeye ikna etmesi gerektiğini söylüyor. Neresi dokunaklı şimdi bunun?

Hemen ardından peder eve gitmek üzere arabasına doğru ilerlediği sırada, işini gücünü bırakıp kiliseyi izlemekte olan Kevin’ın karısı Laurie ve yanından ayırmadığı kadını görüyor. Pek tabii bu ikilinin işaret parmağı ve orta parmak arasından sigara eksik olmuyor, dudaklarından da. Peder onlara istediklerini (kıyafet?) verip arabasını binip evine gidecekken bankadan biri arıyor.

Banka, bütün sıradan bankalar gibi, borç yüzünden arıyor.

İcra yüzünden arıyor.

Bütün maddi kötü şeyler yüzünden arıyor.

Belki.

Peder bankaya gittiğinde kilisenin üzerinde icra kararı olduğunu ve iyi bir teklifle kiliseyi satmak zorunda olduklarını öğreniyoruz. Bu bilgiyle, kilisede dövülen din görevlisi şokunun daha büyüğünü yaşıyoruz, kilise nasıl olur da satılır borç yüzünden?

Ama Peder’in elinden bir şey gelmiyor. Parası yok; anladığımız kadarıyla.

Tabii tüm bunlardan önce oldukça mühim bir saçmalık öğreniyoruz: Meğer Peder, kaybolan herkesin bir tür suçun müsebbibi olduğunu, onların belirli bir sisteme uygun olarak seçildiğini düşünüyor olacak ki- kaybolanlar hakkında bulduğu bütün kötü bilgileri içeren, kişilere has posterler, ilanlar hazırlıyor orada burada dağıtmak için. Başkalarının da gelip, kendisinin (Peder’in) ağzını yüzünü dağıtması için. Bunun için ta kumarhanelere gidecek, orada bilgi toplamaya çalışacak kadar da kendini adamış bu işe. Bu enteresanlığa mı demeliyim?

İnsan kaybolan insanların yakınlarının var olduğunu bile bile onlar hakkında insanı insandan soğutacak posterler hazırlamayı nasıl göze alabilir? Hem de kilisenin ortasında ağzının burnunun dağıldığı sabahın birkaç saat sonrasında?


“Bacım, bana 135 bin dolar vermezsen kilisemiz elden gidecek, ben nerelere giderim o zaman?”

“Nereye gidersen git; o posterleri, o ilanları yapma da!”

Peder Matt (bu bölüm sadece bu herifin peşinde koşup duruyoruz, hani bizim ultra seksi Kevin’ımız ya da göze hoş gelen Liv Taylor?) kiliseyi başkası almadan, kendisi satın almanın yollarını arıyor. İlk aklı gelenin mantıklı olmayacağı bir kuyuya da bu telaşından ötürü düşüyor, sanırım.

Kız kardeşine gidiyor peder.

14 Ekim günü kocasını ve çocuğunu kaybetmiş bir kadının yanına, ona bütün bu acıyı hatırlatan koca bir vicdan azabı gibi, sakince gidiyor. Belki biraz da şiddetli.

135 bin dolar istiyor kardeşinden. Hem de öyle bir istiyor ki, gören gözler bu sakinliğe katlanamaz, sanki 135 bin dolar istemiyor da pazardan elma alıyor. Ya da bozuk çıkan bir sütü market görevlisinin değiştirmesi için onu ikna etmeye çalışıyor. Öylesine absürt ve öylesine komik bir durum; gördüğümüz.

Kız kardeşi de tek bir şart sunuyor: Posterleri, ilanları artık yapmaması sözünün karşılığında ona bu parayı verebilir.

Ama peder kabul etmiyor. Etmediği gibi, kız kardeşinin ruhuna bir bomba yerleştirip bir de güzel patlatıyor. Ruhunda yeni bir delik açıyor, yamanması zor.

Kocasının onu aldattığını, bütün kaybolanlar gibi bir günah işlediğini fakat bunu herhangi bir posterde, ilanda, kâğıt parçasında asla yazmayacağını- ne söylerse söylesin kaybolan bir kocanın ihaneti, onun ardından sadakatle bekleyen bir kadını dümdüz ediyor, yere yapıştırıyor; resmen.

Pek tabii bu durumda peder beş kuruşsuz dönüyor evine. Hem de kaç zamandır, karısına bakan bakıcının parasını ödeyemediği, ödeyemediği gibi söz verip bir türlü tutamadığı birinin onu beklediği eve gidiyor. Hasta bakıcıyla da para yüzünden bir güzel sürtüşüyor: Para, eksikliğinde bütün yaraları kanatıyor.

Hasta bakıcının evden çıkıp gitmesinin ardından, peder karısını bir güzel yıkıyor. Yatırıyor. Kendisi de yatıyor.

Ve sonra hasta bakıcı kapıyı TEKRAR çalıyor.

Peder bütün borcunu ödeyeceği sözleri içinde balıklama, kurbağalama yüzerken evden çıkıp gidiyor gecenin köründe. Bence zavallı hasta bakıcıyı bir kez daha, hem de fena halde kandırıyor.


Bir annenin her şeyi geride bırakıp uzaklaşması öyle sanıldığı gibi kolay bir şey değil, demiştim, gerçekten öyle kolay değilmiş. Gidemiyormuşsun.

Belki de kandırmıyordur.

Peder evden çıkar çıkmaz, Kevin’ın babasının para gömdüğü yere gidiyor. Sanıyorum ki Kevin’ın arka bahçesi falan. Zira Laurie de orada- geçen bölümde düşündüğüm bir soruya açık cevap sunuyor. Kızını, kocasını, oğlunu en kötü ihtimalle bir salıncağın anısında aklında tutmaya çalışıyor kimselere belli etmeden. Bir annenin çekip gitmesi öyle kolay olmuyor yani. İçinin en derininde kollamaya devam ediyor geride bıraktıklarını. En azından, hatırlamaya.

Laurie ve peder birbirlerini görmemiş gibi yapma ittifakında buluşunca, Laurie ortadan kayboluyor hemen. Peder de rahat rahat, gömülü 20 bin doları çıkarıyor. Sonra da doğruca kumarhanede alıyor soluğu.

Peder kumarhaneye düşüyor bir nevi.

Kendini kumarhanede kurtarabileceğini düşünüyor, ki kurtaracak gibi de görünüyor. Üç el oynadığı oyunda üç elde de kazanıyor. 20 bin doları, 160 bin dolara dönüştürüp öylece çıkıyor kumarhaneden.

Kazandığı paranın sarhoşluğu içerisinde arabasına binip gitmesi gerekirken, kumarhanede kazandığı paranın peşinde olan bir adam, pederi dövüp parayı alıyor. Bu ultra sıkıcı bölümün en ilgi çekici sahnesi de tam olarak bundan sonra yaşanıyor: Peder yerden kalkıyor ve parasını çalan adamın üzerine atlıyor, adamı yere yıkıyor, adamın kafasını yere vuruyor, yere vuruyor, vuruyor. Peder gücünün son damlasına kadar yere çarpıyor adamın kafasını. Sonra da parayı aldığı gibi arabasına atlıyor. Çığlıklar atıyor. Sevinçten? Şoktan? Üzüntüden?

Suratı güldüğüne göre, sevinç olmalı.

Hazırladığı ilanlar, bu bölümde yaptıkları- geride kalanların acısından zevk mi alıyor peder Matt?

Neyse ki bu kadar da kötü bir peder değil, Kevin’ın babasının parasını –aynı miktarda- geri gömüyor, aynı gecenin devamında.


“Aldığım parayı da geri ödemesini bilirim icabında,” havaları, “aldığım yere gömüyorum”- filan.

Peder, parayı bankaya yetiştirmeye çalışırken, Lauire gibi susanların, hiç konuşmayanların birileri tarafından saldırıya uğradığını görüp duruyor. Sonra da kafasına bir taş yiyor.

Bu andan itibaren peş peşe akan görüntüler var yalnızca.

14 Ekim günü, şimdi hasta bakıcı tarafından bakılan karısının yatalak olmasına sebep olan kaza. Ardından karısıyla sevişmesi. Seviştiği kişinin Laurie’ye dönüşmesi. Yanan elleri. Yanan kilise. Çıldırış. Çığlık. Ve Uyanış.

Son sürat saati öğreniyor ve bankaya yetişmeye çalışıyor.

Yetiştiğindeyse, gerçekten yetişmiş olmuyor, zira baygın kaldığı üç günü öğreniyor.

Uğruna her şeyi yaptığı kilise, susanların oluyor. Laurie gibilerin oluyor.

Onlar, bir pederin uğruna her şeyi yaptığı kilisesinin yeni sahibi oluyor.

Pederse yalnızca nefret dolu bakışlarını gösteriyor herkese.

Bense, fena halde sıkıldığım, kendimden geçtiğim, bu diziye ne yapmışlar dediğim bir bölümün sonuna geliyorum.

Bu kadar sıkılmanın, bunalmanın, biraz da şaşırmanın üstüne ne kadar daha sıkılabilirdim acaba- onu düşünüyorum.

Sonra.

Kevin’ı arıyor gözlerim?

Belki biraz da Meg’i?

Onları ne zaman görebileceğim?


Bir adamın, karısıyla beraber geçirdiği kaza sonucu bir de travma geçirmesi beklenmeyecek şey değil doğrusu. Yoksa pederin ruh çatlaklarının sebebi bu travma mı?


Neyse ki bölümün çok çok sonrasında, isimler de akıp geçtikten sonra bir sürpriz bekliyor bizi.

Gelecek haftalara, haftaya ilişkin görüntüler akmaya başlıyor bir anda.

Laurie’nin yanından ayırmadığı suskun kadın kaçırılıyor ve insanlar onu aramaya başlıyor. Laurie ve Meg, Kevin’ın evine gidiyor. Kevin’ın babası huzurevinden? kaçıyor. Tom’un sahip çıkmaya çalıştığı Asyalı kız ateşler içinde kıvranıyor. Jill, Nora’yla ilgili enteresan şeyleri ağzından kaçırıyor. Sanırım Kevin ile Aimee işi pişiriyor, ki umarım Kevin’ın rüyalarından biridir. Ve pek tabii ki Kevin’ın rüyalarına rüyalar ekleniyor, apaçık. Cinayetler. Ölüler. Silahlar. Sevişmeler. Başka ne naneler, ne naneler!

Bu bölüm ultra sıkıcı olsa da, sonundaki görüntülerle gönlümüze su serpmeyi başarıyor The Leftovers. Hem Kevin ve Meg’i de gördük. Daha ne olsun?
 
 
YORUMLAR




BUNLAR DA VAR