Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZETLİYORUM
Kısasa Kısas
Sezon: 1 Bölüm: 15

No 73: Yargıç (Dianne Wiest)

Ekranın sevilen dizisi The Blacklist, birinci sezon 15. bölümüyle, bana göre sonu hariç ‘hafif’ denilebilecek bir bölümle ekranda yerini aldı. Dolayısıyla ne kadar bir şey ortaya çıkar şimdiden kestiremiyorum ama bir başlayayım bakalım. Bu arada, ben daha baştan bunu dedim ama bu bölümün ben bunu yazarkenki IMDB’deki puanı dizinin genel puanı ile de aynı durumda: 8.2/10. Öyle yani…

Not: The Blacklist yine, bir haftalığına da olsa ara veriyor. 16. bölüm 17 Mart günü yayınlanacak, haberiniz olsun.

Not 2: Bu bölümde iki kere göze çarpıcı bir şekilde gösterilen anıt, Amerika’nın ilk başkanı George Washington anısına yapılan ve halen dünyadaki en yüksek (169 m.) dikili taş olan bir yapı. 3 Mart’ta yayınlanan bölümde 4 Mart 1797’de vefat eden George Washington’ı üstü kapalı da olsa anmış oldular.


Washington Anıtı (Washington D.C.)

Bu bölümü ‘hafif’ bulma nedenlerimden ilki daha çok benimle alakalı. The Blacklist malumunuz ‘formüllü’, yani her bölümü bir olayın çözümüne ait olan bir dizi. Bu bölümde de izlediğim formüllü dizilerin genelinde zaman zaman karşılaştığım bir durumla karşılaştım: Tanıdık ünlü sendromu. Sizde işler nasıl yürüyor bilmiyorum ama bende durum şöyle:

Bu bölümde Yargıç’ı canlandıran Dianne Wiest fazlasıyla tanınmış bir oyuncu. Kadında iki tane Oscar, iki tane Emmy ve bir tane Golden Globe ödülü de var. Haliyle bölümde Alan Ray Rifkin’in yanında gördüğüm saniyede ilerisi için hazırlanan Yargıç sürprizinin gazı kaçmış oldu. CSI ve benzeri dizilerde de ünlü bir konuk oyuncu olunca bölümün sonunda genellikle katil onlar çıkıyor mesela. Bu da ondan halliceydi.

İkinci nedense Dexter sendromu. Bu üç oldu! Daha önce 1x04’te (birinci sezon, dördüncü bölüm) Yahnici’de, sonrasında 1x11’de Merhametli Katil’de ve şimdi de bu bölümde liste mensubu kişilerin yaptıkları ve geçmişleri bana inanılmaz ölçüde Dexter’ı hatırlattı. Belki de Dexter’dan dolayı onun gibisinden ‘adaleti kendisi sağlamaya çalışan insan’ profiline doymuşumdur, bilemiyorum ama bu dizide bu tarzda bir tip bir süre görmezsek iyi olacak.

Dianne Wiest rolünde tabii ki sırıtmadan oynadı, ona diyecek bir şeyim yok.

Tavsiye: Madem laf Dianne Wiest’e gelmiş oldu, bir dizi tavsiyesinde bulunacağım: In Treatment. HBO’nun bir terapistin hastalarıyla ve kendi terapistiyle yaptığı terapiler üzerine kurulu toplam üç sezonluk bir dizi. Wiest de dizinin oyuncularından, hatta terapistin terapistini oynuyor. Bu rolle Emmy ödülü de aldı. Bölümler maksimum 30 dakika sürüyor, müsait bir vakitte en azından birkaç bölüm şans verirseniz bence pişman olmazsınız.

Dönelim bölüme. Liste mensubu olayını klişe buldum ama iki satır da olsa bir şey söyleyeyim:

‘Kısasa kısas’ ilkesi ile işinde sahtekârlık yapan bir adamı 12 yıl boyunca bir yerde tutmak nasıl bir şey merak etmiyor değilim. Ayrıca bölüm boyunca geri planda kaldığını düşündüğüm Red’in kadınla yaptığı konuşma da güzeldi: “İlk mahkûmu saldıktan sonra yakalanacağını biliyordun zaten.” Sevdim bunu. (Ressler’ın bir süredir pek işe yaramamasına dokunmak istemiyorum, patronun yediği halt da ilgimi çekmiyor efendim.)

Bunun üstüne gelelim bölümün malum noktasına:

Lucy Brooks, yani dışarının bildiği ismiyle Jolene ortaya çıkıp da Tom’a sardığından beridir zaten kızı arayan Red’in Liz’i kurtarmak için öne sürdüğü biri olup olmadığını merak ediyordum, bu bölüm cevap verdiler nihayet: Değilmiş. Hatta Lucy kendisini ölü gösterip Red’in elinden daha önce kurtulmuş bile. Ama şimdiki planı aslında her ne ise geri dönmüş durumda. Dahası öncesinde de Red’i adım adım takip ettiği ortaya çıktı.

Tehlikeli bir kadın Jolene. Yoksa Lucy Brooks mu demeliyim?

Bir süredir gerilen Tom-Liz ilişkisi de geçen bölüm Tom’un sonunda sabrının taşmasıyla sekteye uğramıştı. Sonrasında da kendisini konferansta Jolene’in yanında bulmuştu. Bölümün başında da buradan devam ettik ve Tom, Liz’den gelen telefonu kapatmak bir yana üç sahneye kalmadan Jolene ile öpüştü bile. Fazla alengirli bir sahne değildi açıkçası. Sonunda da bulundukları yere bir çocuğun dalmasıyla ‘ara’ verdiler zaten.

O anki Tom suratı güzeldi, onu bir itiraf etmek lazım. Ayrıca alt katta lobide bir şeyler içerken ve Jolene’in odası konusunu düşünürken çalan şarkının ‘Dolly Parton – Jolene’ olmasını sağlayan beyni de tebrik ediyorum. Nasıl bir kafa varsa artık onda…

Nihayet. Kök salmıştım artık.

Reddington sanırım dizinin başından beri Liz’e kocasına güvenmemesi gerektiğini, hatta bir hain olduğunu söyleyip duruyor. Tek söylemediği de nedeni zaten, ama açıkça ortaya dökülmese de –ki Tom FBI’ın kontrolünde de geçti güya- Red’in karşısında olanların yanında olduğunu düşünmek zor olmasa gerek. Bu bölüme kadar öyle ya da böyle Tom’un bir falsosu çıkmamıştı. Aslında hala da çıkmış sayılmaz. Adamın yaptığı itiraf, karşısına “Elizabeth Keen senin eşin değil hedefin,” diye dikilen birineydi sonuçta.

Kartların bir çeşit açık oynanması hoşuma gitti doğrusu, Tom’un sahip olduğu bu pozisyondan zaten başından beri hoşlanıyorum ama bundan sonrasını da merak etmiyor değilim. Bir de Jolene’in Red’in karşısında olanların yanında olduğuna tam olarak ikna olmuş değilim. O konuya bir değinirlerse mutlu olacağım. Neyse, şimdilik yeter bu kadar bence. İki hafta kadar sonra görüşmek üzere diyeyim ben…
 
 
YORUMLAR




BUNLAR DA VAR