Bu haftaki yazıya beni en çok etkisi altına alan an ile başlamak istiyorum, yazıma da başlığını veren “Hicran ve kum taneleri” hikâyesi… Öyle muazzam bir sahneydi ki, bölümün ardından bir on kere falan izlemişimdir. Hicran’ın aşkı bundan daha güzel ve net anlatılamazdı. Ve elbette Hicran’ın bir aşktan, başka bir aşta geçişi de… Hicran, aşkı vitray ile tanıdı ama şimdi hep bildiği aşkın bambaşka bir anlamı olduğunu öğrenmek üzere. Daha acılı ve sancılı geçecek bir süreç belki ama en az vitray kadar renkli ve göz kamaştırıcı aynı zamanda… Ve Murat, Hicran’ı seyre dalmasını hiç unutmayacağım herhalde. O’ndan bir parça olarak gördüğü “mavi”yi alıp sarmalamasını da unutmayacağım. Bölümün en güzel detaylarından biri o “mavi”nin Murat’ın elini kesmesi idi, bırakacağı derin izi anlatmaya çalışır gibi. Ve o kesilen parmağın, nişan yüzüğünün takılı olduğu parmak olması… Nasıl muazzam ve nasıl ince detaylar bunlar ve biz nasıl hayran olmayalım? Ve sen Alican Yücesoy, nasıl gökyüzünü sığdırabiliyorsun bakışlarına? Ve sen Aslı Enver, tüm güzellikleri nasıl bu kadar hissedebiliyor ve nasıl böyle güzel sunuyorsun bizlere?
Geçtiğimiz haftayı 16 sene öncesinde, Hicran’ın saçlarının Murat ve Sinan’ın yüzüne savrulduğu anda bırakmıştık. “Velet” diyerek peşinde koştukları kalfanın, o bere altına gizlenmiş bir peri kızı olduğunu fark ettikleri an Murat ve Sinan’ın hayatında her şeyin değiştiği andı. O an, Murat ve Sinan farkında bile olmadan Hicran’ın akımına kapılmaya başlamışlardı bile. Belki Hicran’ın dağılan saçlarından savrulan bir koku çekti onları, belki de kimsenin sırrını çözemeyeceği bir sihirdi bu… Kim bilir? Hikâyemizin iki erkeği de Hicran’ın akımına kapılmıştı kapılmasına fakat ikisi de bambaşka yaşıyordu bunu. Sinan, her zamanki vurdumduymaz tavırlarındaydı. Hicran’a takılıyor, O’nunla takışıyordu. Ama Murat… O her şeyi bakışlarıyla haykırıyordu adeta…
Sinan, her duygusuna kilit vurmuş bir adam. Özel çaba harcıyor hiçbir şey hissetmemek için ve kendisine bir şeyler hissettirecek insanlar ile de belli bir mesafe koyuyor arasına. Ama bu demek değil ki O’nun da hassasiyetini saklayamadığı anlar yok. Bunlardan birine, çiçek satan çocuğu koruduğu anlarda şahit olduk. Sinan’ın geçmişinden kopmamasını seviyorum. İnsan –iyi veya kötü- anılarıyla ve geçmişiyle vardır. Geçmiş, insana bir amaç ve bir sebep verir. Sinan’ın edindiği amaç ise, unutmak. Unutmak ve bir daha aynı acıları, aynı hayal kırıklıklarını hatırlamamak. Ama Sinan yanılıyor, çok yanılıyor hem de. Hayatla giriştiği savaştan sıyrılabileceğini sanıyor ama tek yaptığı zırhını üzerinden atıp daha çok yaralanmak. Sinan, Hicran ile ilgili hislerini de kolay kolay kabullenebilecek ve sindirebilecek gibi durmuyor. Bakalım, Sinan’ın anahtarı ne olacak? Karakterin ardında sakladığı tüm o sırlara ve hayal kırıklıklarına rağmen, bu hafta Sinan sahnelerinden o kadar büyük keyif aldım ki! Hele ki Hicran ile atışmaları şahaneydi. Ben ikisinden daha ziyade “dost” elektriği aldım. Ortak yanları, yetimhane sahnesi ile birlikte çok güzel sunuldu bizlere. Ayrıca, Murat heyecandan dut yemiş bülbüle dönerken Sinan’ın Hicran’a uyarak hikâye yazması şahaneydi. Bence Buğra Gülsoy’un en güzel karakteri olacak Sinan…
Murat, Sinan’dan farklı duruyor ama o da başka bir şekilde kendisini gizliyor. Takım elbiselerinin, Recai Kutlu’nun ve Lale’nin arkasına gizleniyor. Ben, Murat’ın bu adam olduğuna inanmıyorum. Bakıldığında soğuk duruyor aslında ama anladık ki O’nun bakışlarının buz tutmasının sebebi Lale’den başkası değilmiş. Hicran’a baktığı an, tüm buzları çözüldü Murat’ın. Alican Yücesoy’un dün Hürriyet’te yayınlanan röportajında Murat ile ilgili şu cümleler dikkatimi çekmişti; “Zaten hayatta hiç dizginleri ele alamamış biri. Hal böyleyken Hicran’la karşılaşıyor. Aslında tam da Murat’ın olmak isteyeceği kişi Hicran; hem birlikte olabileceği, hem de kendisi olabileceği,” diyor. Murat, Hicran’dan önce temiz bir sayfa… Kimse üzerine düşünmemiş, kimse kalemi eline alıp iki kelam yazmamış… Hicran ile birlikte o sayfa dolacak ve Murat kendisini bulacak, ben buna inanıyorum.
Lale, bilinçaltında Sinan’a âşık olabilir mi? Ya da geçmişte yaşanmış bir şey olabilir mi? Çünkü bu tafranın sebebinin sadece Sinan’ın fevri hareketleri olduğunu düşünemiyorum. Eğer böyle bir hikâye varsa, dondurmamın üzerine ekstra ve bedava bir gıda olan çikolatalı sos dökülmüş kadar keyifleneceğim. Bir ihtimal de; Lale, Sinan’ın kendisinden rol çalmasından hoşlanmıyor olabilir. İki haftadır izlediğimiz Lale’de hafif bir narsislik mevcut, bu çok açık. Bir de bencillik var tabii. Kendi çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmüyor. Çok sevdiğini söylediği adamın mutluluğu Lale’nin umurunda değil, sevdiğini söylediği adamdan kendisini mutlu edebilmesini bekliyor. Gerisi teferruat… Çevresindeki her şey o kadar değersiz ki O’nun için, insanların boynuna sevgi ile taktığı o kolyeyi elinin tersiyle itebildi. Eşyalar tek başına değersizdir zaten, onları değerli kılan bir dokunuş, bir söz veyahut bir bakıştır. Lale, bunların değerini anlayamadığı sürece kendi kendini yok etmeye mahkûm.
Geçtiğimiz haftadan taşıdığımız bir sorunumuz daha vardı. Hicran, Nazif ile evlenmenin eşiğindeydi ve artık neredeyse çaresiz kalmıştı. Son çare olarak babasının karşısına dikildi ve ne istiyorsa çatır çatır söyledi. “Ben o adamı sevmiyorum,” diye haykırdı. Aşk denen kavramı biliyordu Hicran, ille de bir insana duyulması gereken bir şey değildi ya… Hicran, vitraya âşıktı ve bir şeye âşık olduğunda ne hissedeceğini biliyordu. Bir tutkunun peşinden gidiyordu ve gidecekti. Ne mutlu ki Sait Usta bunu gördü ve Hicran’ı hayallerinden, içinde büyüttüğü o tutkudan koparmadı. Bu güzel baba-kız ilişkisi bir noktada bozulacaksa eğer, bunu minik yüreğim kaldırmayabilir. Çünkü o kadar uzun zaman oldu ki böylesi içimi ısıtan bir baba-kız hikâyesi izlemeyeli… Ben Hicran’ın annesinin, O’nu gizliden gizliye kıskandığına gerçekten inanıyorum artık. Bir anne, evladının mutsuz olacağını bile bile O’nu bir yola sürükler mi? Kızının evlenmezse mutsuzluktan öleceği düşüncesinin ardına saklanmış. Eğer, Hicran’ın başını biri yakarsa bu annesi olur herhalde.
Evlilik demişken; ben bu hafta Nazif’in günahını aldım. Aslında öyle ezberimdeki gibi kötü bir adam değilmiş, aksine saf bir yanı da var. Ama bu şekilde de devam etmez herhalde, bir yerden sonra Hicran’ı takıntı haline getirecekmiş gibi bir his var içimde. Haydi, hayırlısı bakalım! Bu arada; Nadir Sarıbacak, sen nasıl muazzam bir oyuncusun!
Hicran ve Dilber sizce de muhteşem bir ikili olmadılar mı? O kadar sahici yazılmış ve oynanmış bir dostluk ki, hayran kalmamak elde değil. Ekranın içinde girip ikisine de sıkı sıkı sarılma isteğime engel olamıyorum. Dilerim onların yollarını ayıramamıştır yıllar…
Bu hafta Murat’ın ailesinin de hanesine adım attık ve öğrendik ki onlar da “sıradan” sorunlar ile boğuşmuyorlarmış. Murat’ın babası, annesini aldatıyormuş ve çok açık ki annesi de bunun farkında… “Bu aileye nedense bir türlü ısınamadım, tuhaf bir sinsilik var,”diyordum ki ilk meyvesini böylece verdi.
Günümüze geldiğimizde ise geçtiğimiz hafta bıraktığımız kaza anından devraldık. Ben Hicran’ın hikâyesinin sonunun o araba kazası olduğunu düşünmüyorum, en azından o patlama değil ki zaten set arkasından fotoğraflar da gelmişti. Bakalım, o muhteşem çekilmiş patlama sahnesi sonrası neler olacak?
Böyleyken böyle… Bana Artık Hicran De’nin ikinci bölümünü de böylece ardımızda bıraktık. Tekrar ve tekrar bu hikâyeyi uzun aylar boyunca izleyebilmeyi diliyorum. Ve Volkan Kocatürk, bize bu anları böylesine canlı yaşattığın için kocaman teşekkürler!