Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZETLİYORUM
Bizim kavuşmalarımız, mahşere kaldı
Sezon: 1 Bölüm: 21

“Seni sevmekten ne kadar kaçsam da, hiçbir zaman vazgeçmedim.” “Ben seni sevdim, çok sevdim. O yüzden hiçbir yere gitmek yok!”

Ender ve Selim, bir meyhanede oturuyorlar. Arka fonda bir türkü… “O bizim kavuşmalarımız yârim, mahşere kaldı,” diyor. Ölüm de böyle bir şey değil mi? Yaşıyorsun, kendi hayatının melodisini buluyorsun, üzerine sözler yazıyorsun ve her şey bittiğinde geride bıraktıklarının kulağında bir şarkı oluyorsun. Onların hayatının arka planında çalıyorsun işte… Sibel, çok güzel bir beste dinletti bana. Bazı şarkılar vardır, dinledikçe seversin, bağlanırsın. Ben de öyle sevdim Sibel’i işte… Çok gerçekti. Düşledikleri, tepkileri, sözleri, kavgaları, mücadeleleri… Her şeyiyle iliklerine kadar gerçek bir karakterdi Sibel. Kızmadım mı? Kızdım. Ama Sibel tatlı tatlı anlattı her seferinde neyi neden yaptığını, hak verdim. Kızdım ama hak verdim. Güçlü duruşunu, kendini ezdirmemesini, aşkından ölse dahi kimseden tek kelime sevgi dilenmemesini, dostluğuna da, aşkına da sonuna kadar sahip çıkmasını çok sevdim. Sibel Şeref Meselesi’nin en güzel hazinesi olarak kalacak bende…

Sevdiği insana dokunmaya bilen korkan…

Sevdiği insanın kokusuyla yetinen insanların sevgisi ne kadar kıymetlidir hâlbuki.

“Seni benim elime ilk verdiklerinde dedim ki; ‘Ben bu kız için dünyayı yakarım!” Senin saçının teline kurban olurum ben, benim dünyalar güzeli kızım…”

Sibel’in bu hikâyenin “kötü kızı” olarak görülmesini hiçbir zaman anlamamıştım. Kimsenin canını yakmadı, kimseye savaş açmadı, kendisine açılan savaşa dahi dâhil olmadı. Sibel, babasız büyümüş bir kızdı. Hiçbir zaman tam anlamıyla bir aile olabilmenin ne demek olduğunu bilmiyordu. Sonra iki adam çıktı karşısına, Emir ve Yiğit. Biri ev gibiydi, güvenilir, sıcacık. Diğeri fırtınalı deniz gibiydi, heyecan verici ama bir o kadar da korkutucu. Sibel’in ne yapıp edip o fırtınalı denizden uzaklaşması gerekiyordu. Emir’in güvenli limanına sığındı. Ama çok geçmeden anladı, o liman Sibel’e dardı. Bu kez Bora çıktı karşısına… Güçlüydü, arkanı yasladığın zaman düşmezdin ama “aile” değildi. Sibel, farkında olmadan Yiğit’in fırtınalı dünyasına dalmıştı. Yiğit bir “aile” olabilirdi, Sibel’in aradığı heyecanı verebilirdi, Sibel’i koruyabilirdi. Sibel kaçtı, Yiğit kovaladı. Sibel inkâr etti, Yiğit itiraf etti. Sibel, Elif’i Yiğit’in önüne koydu ve “Ben seni bir bebeği babasız bırakacak kadar sevmiyorum,” dedi. Ve en sonunda ikisi de birbirlerine teslim oldular, Sibel tüm korkularına ve endişelerine rağmen Yiğit’e teslim oldu. Yiğit’e rağmen Yiğit’i sevmeyi göze aldı. Ama Kübra’nın tek bir cümlesinin hayatına mal olacağını bilmiyordu. Kübra bas baya yalan söylemişti Yiğit’e, pireyi deve yapmak da bir nevi yalandır. İki kere park yürüyüşü yapmış Sibel ve Emir için “Büyük aşk yaşadılar,” demek yalandır. Sibel’in hayatı kendi sırrı ve Kübra’nın yalanıyla yerle bir oldu. Sevdiği adamı kaybetti, hayallerini kaybetti, umutlarını kaybetti. Bir tek hayatı kalmıştı elinde, bir de bebeği… Yiğit uğruna onları da kaybetti. Sibel, bu hikâyenin kaybedeniydi. Mutsuz etmedi ama mutlu olamadı. Zorla taraf yapıldığı bir savaşın içinde mağlup edildi Sibel… Tüm bunlara rağmen kin beslemedi, yaşadıklarının intikamını almayı bile beceremedi. Hep eksik, hep yarımdı hikâyesi ve eksik bitti. Hiçbir yerde hata yapmamıştı Sibel ama mutlu olamamıştı. Bebeğini kucağına aldığında aydınlanacak dünyasının hayalini kuruyordu, o da olmadı.

“Ben çocuğumu göremeyeceğim galiba… Ama sen Elif’in elini sakın bırakma!”

“Rüyamda bebeğimizi gördüm. Oğlanmış…”

Normalde prens, prensesi öpücüğüyle ölüm uykusundan uyandırır. Demek hayatını ve aşkını adadığın prens Yiğit gibi “Kara Prens” olunca, öpücüğü de senin hayatını alıyormuş. Seviyorum seni Sibel… Yiğit’in karşısında başını eğmemeni, sevgi dilenmemeni, “Ben bakarım çocuğuma,” diyerek bebeğini Yiğit’e karşı kullanmamanı, her şeye rağmen Kübra’ya karşı vicdanlı olabilmeni, dostluğunu, aşkını… Mutsuzluğunu bile seviyorum. Çünkü Sibel mutsuzluğunu bile layıkıyla, kimsenin sırtına bir yük yüklemeden yaşayan bir karakter. Vallahi çok özleyeceğim!

“Ben seninle gerçek bir aile olmaktan, sana gerçek bir eş olmaktan bahsediyorum. Ben senden bir şey dilenmiyorum!”

Ve Sibel’in aşkının ve sadakatinin nişanesi olan o son mektubu asla unutmayacağım:

“Yiğit… Çok düşündüm. Seni neden sevdiğimi, neden senden vazgeçemediğimi, bunca öfkeme, ettiğin onca haksızlığa rağmen neden içimin denize ulaşmak isteyen bir su gibi sana doğru aktığını… Çünkü senin ne yaptığının hiçbir önemi yok, birbirimizi suçladığımız şeylerin de bir önemi yok. Ben senin her şeye rağmen kalbinin derinliklerinde ne kadar temiz bir adam olduğunu biliyorum. Dünyayı kucaklayacak kadar büyük bir yüreğin olduğunu, gülümsediğin zaman etrafını nasıl aydınlattığını… Kendini hangi duruma sokarsan sok aslında huzuru, sevgiyi arayan o delifişek delikanlıyı ben biliyorum. ‘Özlüyorum,’ demiştim ya… Özlemek bile güzel seni… Dokunmadan böyle uzaktan sevmek, güzel… Bana hayatta sevgiyi tattırdığın için minnettarım sana, bundan daha kıymetli ne olabilir? Şimdi gidiyorum. Ama bil ki aramızda ne geçerse geçsin, seni seviyorum Yiğit… Ve her zaman seveceğim!”

“Vay be… Yiğit Kılıç, Sibel Özer’in gözlerine bakıyor. Elini tutuyor.”

“Canım Sibel’im, seni çok seviyorum!”

Ölüm döşeğinde akla gelen vefa da, aşk da, dostluk da samimi gelmemiştir hiçbir zaman… Nefes aldığı süre boyunca paramparça ettiğin, her adımında önüne taş koyduğun insana olan sevgi neden o insan son nefeslerini alırken gelir ki bir insanın aklına? Yiğit’in Sibel’e olan aşkını hatırlaması için, Sibel’in onu ne kadar çok sevdiğini anlaması için kendini kurşunların önüne mi atması gerekiyordu? Kübra’ya iki lafından biri “Biz arkadaşız, yapma!” idi Sibel’in… Kübra’nın Sibel’i ve dostluğunu hatırlaması için Sibel’in bir hastane odasında mı olması gerekiyordu? Derya’nın “Sibel’im seni çok seviyorum,” sözünün çeyreği etkileyemedi Kübra’nın süslü tesellileri… Ölüm döşeği demagojisi yapmasalardı keşke ikisi de, bir parça samimi olduklarına inanabilirdim. Bu hikâyede âşık da, dost da Sibel’di. Ben bunu bilir, bunu söylerim.

Derya’nın da dediği gibi; umarım Kübra’nın cilalı gel-git devrinin sonudur Emir. Zira onca şeyden sonra bu konu bir kere daha gündeme gelirse insanlar için zaten inandırıcılığı olmayan bir olay iyice absürtleşecek.

Geçtiğimiz haftayı Kübra’nın bir başka karar anında bırakmıştık. Sayısını hatırlayamadığım kez “Emir mi, Yiğit mi?” ikilemindeydi. Bu sefer oyunu güvenilir bir liman olan Emir’den yana kullandı. Yiğit, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir adamdı. Emir ise onun tam aksine her zaman Kübra’nın yanında olan, güvenilir bir adam… Kübra’nın ise bir hayat garantisine ihtiyacı vardı. Kübra gibi kadınlar, kendi kararları ve istekleriyle bir hayat kuramazlar. “Başımda bir erkek olsun,” düşüncesindedirler her zaman. Hâlbuki –evet, bıkmadan söyleyeceğim- Kübra şu an kendi hayatını kurabilecek güçte, Emir’e ve onun evine ya da Emir’in kendisine bir hayat kurmasına muhtaç değil. Ama işte… Kübra, “paylaşılamayan kadın” olmaktan hoşnut olduğu için Kılıç kardeşlerin çizdiği sınırın dışına adım atamıyor sanırım. Zaten Sibel’i Emir ile geçmişte bir şeyler yaşadığı için tek kalemde silen ve hayatını mahvedecek kadar kinlenen Yiğit’in kardeşiyle evli olan ve yüzüne karşı kardeşini sevdiğini söyleyen Kübra’nın peşinde bunca koşmasını bir mantığa dayandırmaya çalışıyorum ama bulamıyorum. Kübra’nın iade-i replikleri mi etkiliyor Yiğit’i? “Bak, benim söylediğim her şeyi not etmiş,” mi diyor? Kübra’nın Yiğit’e mekân, zaman ve olaya göre iade-i replikleri son bulduğunda Yiğit’in Kübra’yı kendi yanına çekmek için çabaları da son mu bulacak? Geçtiğimiz hafta “Yiğit’i artık anlamıyorum, güvenmiyorum,” derken bunu kastediyordum işte… Benim tanıdığım Yiğit kardeşiyle aynı evi paylaşan, karşısına geçip kardeşini sevdiğini söyleyen, kardeşinin nikâhlı karısının peşinden bu kadar gurursuzca koşmaz. Koşmamalı. Gerçi bu saatten ne yapacağı, nasıl davranacağı önemli… Kendisi yüzünden hayatını kaybeden karısı ve bebeği var. Kendisine kardeşini sevdiğini söyleyen bir Kübra var. Bunca şeyden sonra, Sibel’in yaşadıklarından sonra Yiğit hala Kübra derse, Sibel’in karnında çocuğuyla hayatını kaybetmesinden sonra Kübra hala Yiğit derse benden gelin ve damada bir tam “Yok artık, daha neler!” gelecek…

Zaruri miydi, şart mıydı, elzem miydi bu alt metin? Hem de o an?

Söylenmeden geçilmeyecekler: Sibel’in hayati tehlikesi varken ve hatta bebeğinin ölümünün üzerine Emir’in Yiğit ve Kübra kıskançlığını yazmak, alt metinden bunu vermek şart mıydı? Emir, kendi sorumsuzluğu yüzünden ölümle pençeleşen bir kadın için üzülmeyecek ve o an Kübra’nın Yiğit’e sarılmasına kafayı takacak kadar vicdansız mı? Bu kadar mantık biraz fazla, Emir de duygularının var olduğunu hatırlasın artık.

Söylenmeden geçilmeyecekler 2: Yasemin Allen ve Kerem Bürsin öyle muazzam bir iş çıkarmışlar ki, sahnedeki mantıksızlıkları dahi gözüm görmedi. O anın varlığına, o anın duygusuna, o anın hüznüne öyle inandırdılar ki… İzlediğim en gerçek dizi anlarından bir tanesiydi.

Söylenmeden geçilmeyecekler 3: Olgun Toker, çok yakışmış Şeref Meselesi’ne… Kendisi sahnede belirdiği an çalan melodi dışında her şeyi çok sevdim!

Söylenmeden geçilmeyecekler 4: Onca gözyaşının ve iç şişiren olayın arasında güneş gibi doğru Selim ve Derya! O kadar güzel oldular, enerjileri öyle tatlı ki. Bayıldım!

Bölümde emeği geçen herkesin emeğine ve gönlüne sağlık! Kısmetse haftaya görüşmek üzere…

 

1 2 3 4 5 6 7
Tuğçe Usta
15/04/2015 10:15
YORUMLAR




BUNLAR DA VAR