Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZETLİYORUM
Benim adım 80‘leri görmemiş 90‘lar
Sezon: 1 Bölüm: 1

Gülali Seyfi’ye hayallerini anlatıyor. Hayaller derya deniz.

“Her yer aynı, aynı, aynı... Sokakta koşmayan, top oynamayan, dizini yaralamayan çocuklar büyüyor. Ve ben bunları çok romantik kaygılar olarak söylemiyorum. Bunlar eksildikçe dönüştüğümüz şey başka bir insan modeli.”*

Tanışalım. Türkiye haritasını boylamasına ikiye katladığınızda İzmir Gültepe’yle üst üste gelecek olan Ağrı merkezde baharın başlangıcında doğmuşum. 86’yı 90‘lara bağlayan dört senem annemin sütünü içerek, anlamsız kelimeler söyleyerek ve çeşitli şeylere ağlayarak geçmiş. Televizyona dair ilk hatırladıklarım bir genaralin histerikli sesinden çok, Parliament Pazar Gecesi sinemaları, sabah şekerleri, güzellik yarışmaları, ve 900’lü hatlarla dolu olan reklamlar. TRT’ye dair anılarım siyah beyaz hiç olmadı.

Fakat bir yandan da 80‘ler ve 90‘lar arasında ayırdına benim bile varamadığım muğlak bir çizgi var. O çizgideki sallanıp duran ruh halleri, çeşitli eşyalar, sesler, kokular evde her daim uyuyan kedi gibiler, varlıklarını bir belli edip sonra uyumaya devam ediyorlar tozlu tozlu. Evde televizyonun altındaki konsolda görmekten usanmadığım kalın rimelleriyle evimize hangi noktada misafir olduğunu bilmediğim bir Gönül Akkor plağı mesela. Plak ha? Plak! Şi̇mdi Seyfi’nin arkasında bir duvarda yırtılmış resmi var... Ne sebeple elimizde bulunduğunu bilmediğim Emel Sayın’ın şarkılarının bulunduğu VHS kasetler. Annemin vatkalı döpiyeslerinin hala eksik olmadığı gardrobu. Dolaptaki binlerce aparatı olan saç kabartıcılar. (İçinde sprey kutusu bile var!) Tüm bu eşyalar ben kendimi bildim bileli evde yaşayan bir hayvan gibi bizimle birlikte hayatını sürdürmekte.


Kadehinde zehir olsa Gülümser’e götür, o içer

Bununla birlikte; dizide duyurusu yapılan Çiçek Abbas filmini muhtemelen özel kanalda izlemiştim. Minibüs aşklarının içinden geçtiği filmlerin hası Sultan’ı da yine muhtemel benzer kanallarda. Site yaşamına çok şükür hiçbir zaman ait olmamış olsam da apartman çocuğu tanımlamasına cuk oturanlardanım. Yıllardır oturduğum semt hiçbir zaman Ankara’nın öteki çocuğu ilan edilmedi, ilan edilenler bize uzak kaldı. Oralar, o istikamette yolcu taşıyan kırmızı 115 no’lu otobüslerin nereden kalktığını nereye gittiğini bilemeyecek kadar uzaktı.

Seyfi gibi sınav kağıdını olmasa da defterini muhteşem kara kalem çalışmalarla dolduran arkadaşlarım oldu. Abisinin kambur duruşunu, ailesinin gün be gün aşağılanışını, sömürülüşünü kendine dert edindiği için omzuna binen yükten değil, ergenlik bunalımlarının girdabından çıkamadığı bir ruh halinin kağıda dökümleriydi arkadaşlarımınki. Hoca olarak ciddiye alınmamayı yediremediği için öğrencisine tokat atmak yerine arkadaşımın çizdiklerine bakıp “Bunu geliştirmelisin, sende yetenek var,” diyen hocalarım oldu. Asiler her zaman vardı ama böylesine teninden taşan bir bıçkınlık görmedim. “Alayına isyan”lar hiç bu kadar gerçek olmadı. Duvar yazıları bugünkü stencil hallerini almadan önce de “Bize Allah yeter” yazılan duvarların önünde “bekleme yapmadım”.

Ve dizide de dediği gibi “kocaman yüksek duvarlar örüp şehrin dışında bırakılan” yığınlarca semt, mahalle, sokak oldu. Para vermeden oturamayacağımız “kamusal alanlarımız” oldu. Boy boy dikilmiş ve olağanüstü sakil duran saksılara kondurulmuş çam ağaçlarından içlerini göremediğimiz sitelerimiz, sosyalleşmek için gittiğimiz klimalı akvaryumlarımız oldu. Murat’ın yaşadığı gibi evler çoğalıp MedCezir oldu, Küçük Sırlar oldu. Ve her şey “ne kadar çabuk yapıldı, akşamında karar alındı, hemen meclisten geçirildi, mikrop defeder gibi belli alanlar boşaltıldı.”*


Kalbinin kırılacağı günü görmeyi hiç istemiyoruz

Benim Adım Gültepe’yi Gülali’yle Gülten’i izlemek için, Gülali’nin naifliğine gözlerim dolsun diye (bu arada herkes rolüne yakışıyor fakat Efe Ekercan muhteşem casting), Fevzi’nin arkadaşlarını hizaya getirme çabalarını ve bu yaşında babasıyla hesaplaşmak gibi ağır bir yükü nasıl taşıyacağını görmek için, Seyfi’nin hayatla kavgasını ve aşkın onu nasıl uysallaştıracağını, Murat’ın Gültepe’ye taşınınca nasıl değişeceğini ve bu üçlüyü değiştireceğini, Gülümser’in dayanılmaz çelişkisini, Gülali’yle olan ilişkisini, takma kirpiğini, rimelini her şeyi, her şeyi merak ediyorum. Ve Gülten’e bir bakışıyla kalbimizi pamuk şeker kıvamına getiren Gülali’yi de, üfürükçü hocaların ilk sürümü kötülük timsali Fevzi’nin babasını da aynı mahallede görmekten, Gültepe’yi bir “Lanetliler-3” ya da tam tersi “Neverland” gibi göstermekten kaçınılmasından çok memnunum.

Çocukluğumdan beri zaman zaman yürüdüğüm o 80‘ler çizgisinden yeniden yürüyorum şimdi. Dizideki her ayrıntıyı, Milano Kundura çantasını bile su gibi içmeye hazırım. Daha çok assolist, daha çok gazino, daha çok mavi tulum, daha çok fön! Her karakterin karanlık taraflarını, cesur sevgilerini, yılgınlıklarını, yorgunluklarını, ayaklarına takılan taşları izlemeye de varım.

Dışarıda bırakılmış üvey çocukları sahnenin arkasına itip Venedik evlerinden bir tiyatro dekoru inşa eden tüm çıtalar, perdeler, ışık ve mikrofonlar birgün yıkılacak. Ve Seyfiler hiç bitmeyen isyanlarıyla şarkılar söyleyecekler.

O zamana kadar Gültepe’yle bugüne kadar neden tanışmadığımızı düşünme zamanı şimdi. Tüm dekorlara rağmen, tüm Gülaliler için.


*Karin Karakaşlı, röportaj, Sabitfikir, 2012

 
YORUMLAR




BUNLAR DA VAR